Rosa Lüksemburg Vakfı iki yıldan bu yana DİSK’e bağlı Gıda-İş sendikasının bir projesini destekliyor. Proje kapsamında yapılan çalışmalar, özellikle sendikalı ve sendikasız emekçilerin Türkiye’nin AB üyelik süreci üzerine düşünceleri hakkında yürütülen bir saha araştırması son derece ilgi çekici gerçeklerin gün yüzüne çıkmasına vesile oldu.
Gıda-İş sendikası proje çalışmalarnı uluslararası bir konferans ile taçlandırmanın doğru olacağını düşünmüştü. Sendika çalışanları bunun için aylar öncesinden başlayarak bugün ve yarın (20 21 Ocak 2007) düzenlenecek olan »Diyalog Birleştirir, Dayanışma Güçlendirir« başlıklı konferansın hazırlıklarını sürdürmüş, yabancı konukları davet etmiş ve salonları kiralamışlardı. Atölye çalışmaları ve »Dünya halkları barışlarını arıyor« başlıklı panel için İstanbul Teknik Üniversite’sinin Gümüşsuyu Yerleşkesi tutulmuştu. Her şey tamamdı, ama unutulan Türkiye realitesiydi, ki o da kendisini kısa sürede hatırlattı.
Tanık olduğum bir telefon görüşmesinde İTÜ Makine Mühendisliği Fakültesi dekanı Prof. Dr. Taner Derbentli, Gıda-İş genelsekreteri Seyit Aslan’a »Bize yazılı olarak Kürt sorununu tartışmayacağınızı bildirirseniz, salonları veririz« diyordu. Sayı profesör iki ay önce yapılan sözleşmeyi, ödenen kirayı ve uluslararası konukların uçak biletlerinin alınmış olmasını hiçe sayarak, adeta »yok öyle, burası Türkiye« diyordu. İki gün süren telefon trafiğinden sonra Perşembe günü (18 Ocak 2007) saat 14.16’da Gıda-İş genel merkezine gönderilen bir faks mesajında, Üniversite Yönetim Kurulu’nun yapmış olduğu 718 sayılı toplantısında »... toplantı konusunun, üniversitemiz akademik ilgi alanları içerisinde yer almadığı endişesiyle İTÜ Yerleşkeleri içinde yapılmasının İTÜ’nün öz görevlerine uygun düşmediğine« karar verdiği açıklanıyordu.
Ben hep sosyal bilimlerin »parayı veren düdüğü çalar« misali, izafî olduğunu düşünürdüm. Sağ olsun sayın profesörümüz sayesinde mühendislik bilimlerinin de izafî olduğunu öğrenmiş oldum. Düşünebiliyor musunuz? Koskoca İTÜ yönetim kurulu sanki savcılıkmış gibi Norman Paech, Mustafa Türkeş, Şükran Soner, Fulya Atacan, Mehmet Türkay veya Aydın Çubukçu gibi katılımcılar hakkında soruşturma açıyor. Hatta bir görüşmede, Rosa Lüksemburg Vakfı’nın NRW yönetim kurulu üyesi Kemal Bozay hakkında »bu adam bir Kürt enstitüsünün yöneticisiymiş, zaten Bozay isminden Kürt olduğu beli oluyor« deniliyor.
Bir kaç gün önce biten »Türkiye barışını arıyor« konferansı sonuç bildirgesinde »Barış dilde başlatılmalı; ötekileştirici, yabancılaştırıcı ve düşmanlaştırıcı tüm söylemler terk edilmeli, siyasetin dili, şiddete yol açan ayırımcılıktan ve milliyetçilikten arındırılmalıdır« denilerek, ülkedeki farklı kültürlerin varlığının, tarihsel ve sosyolojik bir gerçek olarak kabul edilmesi, inkârın ve yasakların yol açtığı kültür yıkımına son verilmesi ve kültürel alanın kimlik gettolaşmasına yol açan kültürel ırkçılığın baskı ve saldırısından korunması talep edilmekte.
Bu taleplerin ne denli güncel ve yakıcı olduğu İTÜ yönetiminin tavrı ile bir kez daha kanıtlanmış oldu. Çünkü ayırımcılık, milliyetçilik ve yabancılaştırıcı, ötekileştirici anlayış, Türkiye siyasetiyle sınırlı kalmayıp, bilim insanlarının da yaklaşımlarını, düşüncelerini belirler hale gelmiş durumda. Halk arasında yaygın bir söylem vardır: »Okumakla adam olunmuyor«. Gerçekten de, geçmişte NATO ve sermaye çevrelerinin toplantılarına, hatta moda defilelerine ev sahipliği yapan İTÜyönetim kurulunun tavrı, üniversitede öğrenim veren koskoca profesörlerin sadece memur zihniyetinde davranmakla kalmadıklarını, aynı zamanda durumdan kendilerine vazife çıkaran ve iradelerini gönüllü olarak resmî ideoloji kalıbına sokan kapıkulu olmaktan kurtulamadıklarını göstermekte.
Aslına bakılırsa proflarımız güne uygun davranıyorlar. TBMM’nin Kerkük’e asker göndermeyi tartıştığı, sermaye medyasının barışseverleri »teröristleri korumakla« itham ettiği ve yaklaşan Cumhurbaşkanlığı ve TBM Seçimleriöncesinde milliyetçi ve şoven dalganın böylesine körüklendiği bir dönemde, kalkıp ta halkların barış aradığı bir tartışmaya destek çıkaca değiller herhalde. Bilim insanı olduklarını iddia edenlerin »Barış« kelimesine dahi tahammül edemedikleri bir ortamda, barışı gerçekleştirmek, demokrasiyi güçlendirmek ve düşmanlığa karşı çıkmak isteyenlerin işi pek kolay değil. Evet öyle, burası Türkiye. Emekçiler, toplum çoğunluğu ülkelerine sahip çıkıp, tarihi kendileri yazmadığı müddetçe, meydan ırkçılara, milliyetçilere ve sermaye yanlılarına kalacak. Bazı profesörler de, devletin infaz memurları gibi davramaya devam edecek.