Okuduğum kadarıyla son sözleri »...önce barış diyeceğiz« olmuş. Her ölüm zamansızdır elbette, ama son sözü »barış« olan ölümler enderdir. Antimilitarist inançları nedeniyle katledilen Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht geleneğinde kendini ifade eden bir savaş karşıtı olduğumdan, Orhan Doğan bu son sözleri ile hafızama kazındı. Kinin, düşmanlığın kök saldığı kan dökülen ortamlarda »önce barış« diyebilmek cesaret işidir. Orhan Doğan’ın ailesine, dostlarına ve yol arkadaşlarına baş sağlığı diliyorum.
Barışı savunanları kaybettiğimiz Türkiye’de savaş çığırtkanları düşmanlık zehirlerini saçmaya devam ediyorlar. Seçim meydanları sanki savaşı en iyi kim yönetir kavgalarının verildiği arenalara dönmüş durumda. Seçim pusulaları ne kadar uzun olursa olsun, kesin olan, seçimlere sadece iki partinin katıldığıdır: savaş partileri ve barış elçileri. Militarizmin, sermaye çıkarlarının, ırkçılığın, refah şövenizminin ve emperyal hırsların temsilcileri bir tarafta yer almış durumda. Karşılarında ise bağımsız adaylarıyla, sol ve sosyalist partileriyle barışın, eşitliğin, insan haklarının, emek eksenli çıkarların korunmasının, sosyal ve demokratik bir geleceğin oluşturulmasının zorunlu olduğunu söyleyenler.
Gerçi hiç bir şey salt siyah beyaz değildir, ama demokrasisi demokrasiye, seçimi seçime benzemeyen Türkiye’de meydanlarda söylenenleri işitip, medyada yazılı olanları okuyunca, böylesi bir görüntü ortaya çıkıyor.
Askerî vesayet rejimi »güvenlik« gerekçesiyle ordu yapılanmalarını profesyonelleştirip, demokrasilerin olmazsa olmazı »parlamento ordusu« anlayışına tamamen ters bir örgütlenmeye gider ve »sınır ötesi operasyon« deyip, ülke içerisinde uzun ve kanlı bir savaşa hazırlanırken, meclisteki partiler »kim daha milliyetçi, kim daha savaş taraftarı« kavgasını veriyorlar.
Başbakanlığı, tescilli Genelkurmay memurluğuna indirgenmiş olan Recep Tayyip Erdoğan ise masal okumaya devam ediyor. Geçen gün Niğde’de yaptığı bir konuşmada »Kürt kökenli vatandaşlarım« diye başlayıp, »derdiniz özgürlükse, gelip bunu demokratik parlamenter sistem içinde Meclis’te yaparsınız« demesi, bana »atma Recep atma, din kardeşiyiz« sözünü anımsattı.
Hangi demokratik parlamenter sistem? 12 Eylül 1980 cuntasının dayattığı 1982 Anayasa’sı mı değişti? Halkın iradesine set çeken ve aslında »Kürt kökenli vatandaşlarım« dediklerini, sosyalistleri ve emek yandaşlarını engellemeye yarayan yüzde on barajını mı kaldırdın? Recep bey kardeşim, meclisteki çoğunluğunla temel hak ve özgürlükleri, hukukun üstünlüğünü mü tesis ettin de böyle konuşuyorsun? İşine gelince kendine demokrat (!) kesilip »arslan« gibi kükrediğin CHP ile işbirliğinde beş dakikada bağımsız adayların önünü kesmek için mecliste yasa değiştiren kendi hükümetin değil miydi? Hani, nerede »demokratik parlamenter sistem«? Vardı da, »sözde vatandaşların« mı yedi?
AKP ve AKP’nin temsil ettiği zihniyet, tüm AB taraftarı, demokrasi yanlısı söylemlerine rağmen inandırıcılıklarını yitirmişlerdir. Erdoğan ve partisi statükocudur, askerî vesayet rejimi ile uzlaşma arayan ve dar çıkarlarını kollamaya çalışan bir savaş partisidir. Türkiye usûlü laisizmi paternalist baskı aracı olarak algılayan, inanç ve vicdan özgürlüğünü savunan dindar seçmenlerin AKP’ye verecekleri her oy, kayıp oy olacaktır. Dindar kesimler gerçekten inanç ve vicdan özgürlüğünü tesis etmek istiyorlarsa, demokrasiye sarılmalıdırlar. AKP yanlış adrestir. Doğru adres ise, Konya’dan aday olan Ayhan Bilgen gibi barış ve demokrasi taraftarlarından oluşan Bin Umut bağımsız adaylarıdır. 22 Temmuz’da en doğru tavır, barış elçilerini meclise yollamaktır.
Peki, 22 Temmuz sonrasında ne olacak? Bana kalırsa bundan sonra tartışılması gereken temel konulardan birisi bu olmalıdır. Bağımsız milletvekillerinin olduğu bir mecliste nasıl bir politika geliştirilecek? Meclisteki muhalif politika, toplumsal hareketlerin, toplumsal muhalefetin çıkarlarıyla nasıl birleştirilecek, geniş toplumsal ittifaklar nasıl sağlanacak? Dahası, barışçıl ve demokratik bir gelecek için gerekli olan adımlar, sadece ulusal sınırlar içerisinde mi atılabilecek, yoksa, Irak’ı, İran’ı, Suriye’si, Lübnan’ı, İsrail ve Filistin’i, hatta Azerbeycan ve Ermenistan’ı ile birlikte, tüm Ortadoğu’yu ilgilendiren bir politik vizyona mı gereksinim olacak? Sadece 2008’e değil, 2050 ve sonrasına yönelik bir politik perspektif nasıl geliştirilecek? Bunlara da, 22 Temmuz 2007’yi unutmadan, sonraki yazılarda değinelim.