Bu hafta Çarşamba günü Berlin’deki Allmende derneğinde hoş bir toplantı yapıldı. Konu 2003 yılında Tarık Ali ve Howard Zinn gibi aydınlar tarafından imzaya açılan bir metnin Türkiye’de de imzaya sunulmasıyla kurulan »Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu« idi. Kısa sürede büyük bir hayran kitlesi yaratmayı başaran »Mor ve Ötesi« adlı grubun üyesi ve Türkiye savaş karşıtı hareketinin aktivisti Kerem Kabadayı son gelişmeler hakkında bilgi verdi. Açıkcası neoliberalizmin ve militarizmin böylesine kök saldığı bir dünyada, hele hele Türkiye gibi, şiddetin toplumsal kültürün bir parçası olduğu ülkede gencecik insanların antikapitalist motivasyonla bir savaş karşıtı harekette yer almaları, bana büyük keyif veriyor doğrusu her ne kadar faaliyetlerin öncelikleri konusunda farklı düşünsem de...
Benzer girişimler Almanya’da da var elbette. Almanya barış hareketi örneğin bugün ve yarın Kassel’de 13. »Barış Politikaları Danışma Konferansı«nı düzenliyor. Konferansta çeşitli kentlerden gelen barış hareketi aktivistleri ve bilim insanları savaşlar dünyasında barış stratejilerini tartışıyorlar. Konferans üç merkezî kavram etrafında toplanıyor.
Birincisi »Görmezden mi geleceğiz?«. Bu kavram etrafında askerî operasyonları reddetmenin, güncel veya başlaması muhtemel şiddet ihtilaflarını görmezlikten gelme anlamına gelmediği açıklanacak. Tam tersine, askerî operasyonları (yani Alman ordusunun yurtdışında konuşlanmasını) reddetmek, şiddet ihtilaflarının gerçek nedenlerine bakmak ve asıl suçlularını bulmak demektir. Barış hareketi »görmezden mi geleceğiz« sorusunu »bilgilendirecek, aydınlatacağız« sözüyle yanıtlıyor.
İkincisi »Müdahale mi edeceğiz?«. Kapitalist dünyanın egemenleri ve emperyalist güçler söz konusu olan her ihtilafa hep askerî müdahale ile reaksiyon göstermek istiyorlar. Tabii ki bunun ardında hammadde ve enerji kaynklarına engelsiz ulaşma arzusu da yatmıyor değil. Zaten bunun içindir ki, hep ihtilafların yaratıldığı ülkeler askerî müdahalelerle demokrasi götürmekten (!) bahsedilmekte ve BM Güvenlik Konseyine başvurulmaktadır. Barış hareketi, egemenlerin müdahale etme mantığına, askerî operasyonların nelere yol açtığını, bunların hangi çıkarlara yaradığını ve sözde “teröre karşı savaşın” kendisinin terör olduğunu göstermek için kamuoyunun müdahale etmesi gerektiği yanıtını veriyor.
Üçüncü merkezî kavram da »Angaje olacağız!« söylemi. Almanya barış hareketi, askerî müdahaleler ve savaşçı yaklaşımın karşısına, şiddet ihtilaflarının barışçıl çözümü için insancıl yardıma, toplumların ve tarafların diyaloğuna, ayırımcılık uygulamayan diplomasiye, neoliberal dünya ekonomisi ilişkileri ile mücadeleye, kollektif güvenlik yapılarının yaratılmasına, sömürü ve adaletsizlikle mücadeleye ve şiddet ile savaşı yaratan tüm koşulların alaşağı edilmesine yönelik politikalar geliştirilmesi için toplumsal demokratik güçlerin angaje olması yanıtını koyuyor.
Bu üç merkezî kavramı tartışacak olan konferansa Peter Strutynski’den, Norman Peach, Bahman Nirumand, Sabine Schiffer, Werner Ruf, Metin baraki, Erhard Crome ve daha nicelerine kadar bir çok bilim insanı katılarak, görüşlerini sunacaklar. Orta Doğu, Antisemitizm, AB’nin gelişme yönü, İran, İslam düşmanlığı ve bir çok konu katılımcıların derinlemesine ele alacakları ihtilaflar. 13. Konferansın sadece Almanya değil, Avrupa’daki barış hareketlerinin önümüzdeki dönemde geliştireceği barış stratejilerine önemli katkılar yapacağından hiç şüphem yok. Konferansın sonuçlarını da sizlerle paylaşmak için şimdiden hazırlık yaptığımı da belirteyim.
Her defasında Almanya’da yaşayan Avrupalı bir sosyalist olduğumu vurguladığımdan, Türkiye’de savaş karşıtı faaliyetlerde bulunanlara akıl verme ukalalığında bulunmak istemem doğrusu. Ama, enternasyonalist bir yaklaşımla yapıcı eleştirde bulunma hakkını kendimde gördüğümü de söylemem gerekir.
Bana kalırsa Türkiye’deki savaş karşıtları Almanya barış hareketini örnek alabilirler. Almanya barış hareketi, dünyadaki ihtilaflarla ilgili bir laf etmeden önce Almanya politikalarını eleştirerek işe başlar. Bu mantıktan hareket edince, ben Türkiye’deki bir savaş karşıtı olsaydım, ne yapardım sorusuna kafamda şu yanıt oluşuyor:
Onbinlerce insanın yaşamına, ormanların, köylerin yakılıp boşaltılmasına, zorunlu göçe, demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altına alınmasına, yaşamın her alanında şiddet anlayışının yerleşmesine ve militarist çözüm yaklaşımının kökleşmesine neden olan bir ihtilafa, yani Kürt sorununa duyarsız kalamazdım. Gelişmeleri görmezden gelemezdim. Politikanın değişmesi ve barış ortamının yaratılması için müdahale edilmesini talep eder, bu yönde angaje olurdum. Yaşadığım coğrafyanın, diğerleri ile ortak olan evimin barışçıl gelişimi için mücadele etmeyi, başka ülkelerdeki şiddetin sona ermesi için vereceğim mücadelenin önkoşulu sayardım. Aksi takdirde, bir şeyin eksik olduğu duygusundan kurtulamazdım.
Tabii ki bunlar »ben ne yapardım« sorusuna beim verdiğim yanıtlardır ve Küresel BAK’ın çalışmalarını reddetmek, karşı çıkmaz anlamına gelmemektedir. Onurlu bir mücadeledir verilen. Ama bazen eleştirmek de mücadeleye verilen bir katkıdır. En azından öyle algılanması gerekir diye düşünüyorum. Zaten eleştiriden çekinmek değil midir bizi zayıflatan?