Pop Up Window

Murat Çakır

Uzun ince bir AB yolu...

AB Komisyonu bilindiği gibi geçen Çarşamba Türkiye’nin AB üyelik süreci konusunda hazırladığı “İlerleme Raporu”nu kamuoyuna açıkladı. Rapor, Batı Avrupa medyasında “Türkiye’ye sarı kart”, “Ciddî uyarı”, “Limanlar krizi” gibi başlıklar altında yorumlanmış olsa da, beklenilen genel-geçer söylemleri içeriyor. Herhangi bir yaptırım önerisi yok. Sadece Komisyon çevrelerinden bazı başlıkların ertelenebileceği mesajlarının geldiği belirtiliyor. Türkiye’deki bir çok köşe yazarı rapordan “Komisyon Türkiye’yi kolladı” veya “İlerleme Raporu’ndan şikâyete gerek yok” sonucunu çıkartıyorlar. Haklılar da, çünkü Çekirdek Avrupa ve Türkiye’deki ekonomik, politik ve askerî elitlerin çıkarları bir çok noktada örtüşüyor.

Bu açıdan bakıldığında AB’ne demokratikleşme, insan hakları, sendikal haklar, azınlıklar gibi konularda güvenenlerin yanlış ata oynadıklarını söylemek gerekiyor. Çünkü rapor çok açık bir şekilde bir kez daha AB’ne bu konularda güvenilemeyeceğini teyid etmiş durumda. Gerçi rapor sivil-asker ilişkileri, TCK 301.maddesi, işkence ve kötü muamele, yerel dil ve lehçelerde yayın, dinî özgürlükler, azınlıklar, Doğu ve Güneydoğu’daki olaylar (Kürt sorunu denmiyor) ve Şemdinli Olayları gibi konulara değiniyor, ama buradan çıkan bir yaptırım veya zorlama yok. Tam aksine, raporun diksiyonuna ve kullanılan dile bakıldığında, Komisyon’un Ankara’ya çok açık bir mesaj verdiği anlaşılabilir. Ve bu mesaj da “sen benim çıkarlarıma yarayan ekonomik yaptırımları yerine getir, gerisine de ben karışmam”dan başka bir şey değil.

Raporda yer alan ve Komisyon Başkanı José Manuel Barroso’nun bir basın açıklamasıyla altını çizdiği “Komisyon 14-15 Aralık’ta yapılacak olan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nden sonuçlar çıkarılmasını isteyebilir” tehdidi sadece ekonomik başlıklar için geçerli. Komisyon, Türkiye’deki karar vericilerin Kıbrıs, deniz ve hava limanlarının açılması, malların serbest dolaşımı, ulaşımın piyasalaştırılması, Gümrük Birliği ve uzun vadede dış ilişkilerde “AB Komşuluk Politikası”nın benimsenmesi gibi istemleri kabul etmelerini istiyor. Tehditler sadece bu alanlara yönelik. Çekirdek Avrupa için önemli olan stratejik çıkarlar ve adına “reform” denilen neoliberal programların uygulanmasıdır. Demokrasi, insan hakları gibi konular ise bu çıkarların savunulmasına yarayan ve ekonomik uyum paketlerinin kabul edilmesinden sonra feragat edilecek “şartlı rehin”den başka bir şey değildir.

Kıbrıs sorunu ise Türkiye’deki karar vericilerin “şartlı rehini”dir. Kıbrıs gibi yumuşak karın olarak nitelendirilebilecek bir dizi sorunun, Türkiye’deki egemenlerin çıkarları söz konusu olduğunda kısa sürede çözülebileceğinden hiç şüphem yok. Şüphem, bu çözümlerin Türkiye’de yaşayan çoğunluğun, özellikle de işçi sınıfı ile Kürtlerin çıkarına olup olmayacağı konusunda. Bu açıdan rapor ve AB konusunda Türkiye’deki kimi çevrelerin milliyetçi söylemlerine bakılmadan, örneğin Türkiye ekonomik elitlerinin ne söylediğine bakmak, daha doğru olur düşüncesindeyim. Çünkü sermaye AB konusunda daha soğukkanlı ve uzun vadede gerçekçi değerlendirmelerde bulunabiliyor.

Örneğin Doğuş Grubu yönetim kurulu üyesi Sabahat Poshor, rapordaki eleştirilerin abartılmaması görüşünde. Sabancı Holding’in stratejiden ve ticarî alan gelişiminden sorumlu müdürü Mehmet Yükselen “belki 20 yıl sürecek olan bir yolda böylesi aksamalar olabilir” yorumunu yaparak, yabancı yatırımları için ilişkilerde istikrar sağlanacağına inandığını vurguluyor. Turcas Petrol’ün yöneticisi Batu Aksoy ile eski TÜSİAD başkanı Erkut Yüceoğlu sanayicilerin reform sürecini hızlandıracaklarını söylerlerken, asıl tespiti Koç Holding’in enerji faaliyetleri koordinatörü Cüneyt Ağça yapıyor: “Böylesi uzun vadeli bir süreçte endişelenmeyi gerektiren bir şey yoktur. Ayrıca yatırım kararlarımız için bu raporun veya yıl sonunda olası bir krizin hiç bir etkisi olmaz”. Yani sermaye gidişattan memnun. Şansölye Merkel’in, Dışişleri Bakanı Steinmeier’in ve AB Konseyi Başkanı Finlandiyalı Vanhannen’in Çarşamba günkü açıklamalarına bakılırsa, memnun olmamaları için bir neden yok.

Sorun bu süreç sonrasında Türkiye’deki emekçilerin, gençlerin, emeklilerin ve demokrasi güçlerinin memnun kalıp kalmayacaklarında. Gelişmeler giderek militaristleşen ve neoliberalizmin merkezî gücü haline gelen AB’nin, Türkiye’yi istediği şekle sokacağını gösteriyor. Bu bağlamda demokratik hakların teker teker budandığı, kitlesel işsizliğin, her an işini kaybetme korkusunun ve güvencesiz çalıştırılmaların büyük bir çoğunluk için gündelik yaşamın bir parçası haline geldiği ve kamusal başta olmak üzere, her türlü yaşam alanının sermaye birikiminin boyunduruğu altına sokulduğu bir AB’nin, Türkiye’deki insanlara demokrasi ve refah getireceğine inanmak tek kelimeyle naiflik değil mi? Uzun ince AB yolunda kimin kazançlı çıkacağı, kimin kaybedeceği şimdiden belli değil mi? Ve sonuçta, “hangi Türkiye’nin hangi AB’ne” sorusuna doğru yanıtı verip, daha demokratik, daha sosyal, daha barışçıl ve her türlü mülkiyetin çoğunluğun yararına kullanılacağı bir Avrupa ve bir Türkiye için örgütlenip, mücadele etmek en doğrusu değil mi? Ne dersiniz?

11 Kasım 2006 tarihinde »Yeni Özgür Politika« gazetesinde yayımlanmıştır.

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.