Almanya Sosyaldemokrat Partisi (SPD) başkanı Kurt Beck’in başlattığı »alt tabakalar« tartışması, tesadüfen kamuoyuna sızan bir rapordan sonra curcurnaya dönüştü. SPD’ye yakın Friedrich-Ebert-Vakfı (FES) çalışmalarını optime etmek ve hedef kitlesini yeniden tanımlamak amacıyla Berlin’deki TNS Infratest sosyal araştırma kurumunu bir rapor yazmakla görevlendirmişti. TNS Infratest Şubat-Mart 2006’de 18 yaş üzeri 3000 Alman seçmenle, Almanya’daki toplumsal reformlar üzerine bir anket yaptı. »Reform süreci içerisindeki toplum« başlığını taşıyan bu çalışmadan alıntılar yapılınca, kıyamet koptu. SPD sol kanadı, özellikle milletvekili Ottmar Schreiner raporda yer alan sonuçların sorumlusu olarak Schröder Hükümetini göstererek SPD’yi topa tuttu. Siyaset bilimcisi ve yoksulluk araştırmacısı Prof. Dr. Christoph Butterwege de, SPD’nin göstermelik tepkilerini “timsah gözyaşları” olarak nitelendirdi.
Raporun yol açacağı tepkilerin büyümesinden korkan SPD yönetimi, raporu yıl sonunda kamuoyuna tanıtmayı planlayan FES yöneticilerini, bazı sonuçları kısmen basına açıklamaya zorlayınca, bizler de rapor sonuçlarından haberdar olabildik. Aslına bakılırsa rapordaki sonuçları bir köşe yazısı çerçevesinde aktarmak çok güç. Bu nedenle »Almanya’daki toplumsal durum« başlığı altında geniş bir yazıya başladım. Gene de bu köşede bazı ara başlıklarla rapora değinmek istiyorum.
Daha önceki yazılarımda Batı Avrupa toplumlarının giderek korku toplumu haline getirildiklerine ve bu durumun feci sonuçlara yol açabileceğine değinmiştim. Rapordaki veriler bu iddiamı teyid ediyorlar. Kısaca bir bakalım:
Rapora göre 18 yaş üzerindeki Almanların yüzde 63’ü vuku bulan toplumsal değişimlerden korkuyor. Yüzde 44’ü devletin kendilerini yalnız bıraktığı görüşünde. Yüzde 59’u »kemerleri daha da sıkmak« zorunda kaldıklarını belirtirken, yüzde 61’i toplumdaki orta tabakanın yok olduğunu düşünüyor. Yüzde 56’lık bir kesim de, hangi parti gelirse gelsin, durumun değişmeyeceğini söyleyerek, partilere ve politikacılara duydukları güvensizliği belirtiyorlar.
Resmî verilere göre, ekonomik güç açısından dünyanın en zengin ülkelerinden olan, dünya ihracat şampiyonu Almanya’daki yoksulluk oranı 1998-2005 yılları arasında yüzde 12,1’den yüzde 13,5’e çıkmış durumda. Prof. Butterwege Almanya’da en aşağı 10 milyon insanın yoksul olduğunu söylüyor. İşsizleri, sosyal transferlere muhtaç olanları ve güvencesiz düşük ücretli işlerde çalıştırılanları alt alta toplarsanız, bu sayı daha da artabilir. Böylesi bir gelişme karşısında, rapora göre yüzde 49’luk bir kesimin yaşam standartlarını koruyamayacağı korkusu ciddî bir tehdit olarak algılanabilir. Gelecek kaygısının reel duruma dönüştüğünü ise, yüzde 40’lık bir kesimin emeklilikte sosyal yardıma muhtaç kalacaklarına kesinlikle inanmalarında görebiliriz. Rapor sonuçları, gelir düzeyine bakıldığında, toplumun yüzde 42’sinin, eskiden »orta tabaka« olarak nitelendirilen seviyeye çıkma olasılığının kalmadığı bir »alt tabaka« oluşturduğunu gösteriyor. Alman olmayanların da içinde bulunduğu durumdan çıkarak, bu genel tabloya katılması durumunda, Almanya toplumunun yarısını rapordaki deyimle- »alt tabaka« olarak nitelendirmek olanaklı. Ancak bu gelişme bölgesel olarak da büyük farklılıklar gösteriyor. Çünkü »alt tabaka«ya mensup olanların oranı Batı’da yüzde 38 iken, Doğu eyaletlerinde bu oran yüzde 58! Bu sayılardan çıkartılacak bir diğer sonuç da, iki Almanya’nın birleşmesinden bu yana geçen 16 yılda, toplumsal bölünmenin aşılamadığı, aksine derinleşmiş olduğudur.
Sosyal bilimciler, toplumun »alt tabaka« olarak nitelendirilen bu kesimleri üzerine konuştuklarında, genellikle, Türkçe’ye “güvencede olmayan, rizikolu ve tehdit altında olanlar” olarak çevirebileceğim Almanca »Prekariat« tanımını kullanıyorlar. Bu tanımdan ve toplumsal realiteden hareket edildiğinde, artan güvensizliğin ve »altlara kayma« tehditinin yeni tip bir egemenlik aracı haline geldiği sonucuna varmak gerekiyor. Çünkü Hartz IV gibi yaptırım yasaları ve para yardımlarının kesilmesine kadar varan cezalandırma uygulamaları sadece işsizler, sosyal yardıma muhtaç olanlar ve düşük ücretliler üzerinde baskı unsuru olmakla kalmıyor, aynı zamanda »olağan« iş ilişkisinde olanlar, hizmetliler, zanaatkâlar, küçük işletme sahipleri v.b. başta olmak üzere, toplumun geniş kesimleri üzerinde etkisi giderek artan baskı araçları haline geliyorlar.
Malî piyasalar kapitalizminin, neoliberal programlar ile gerçekleştirdiği aşırı sermaye birikimi sonuçta dağılım ilişkilerinin ve toplumsal yapılanmaların kütlesel bir değişimine neden oluyor. Yeni malî rejim olarak nitelendirilebilecek uluslararası malî piyasaların baskısıyla gerçekleşmekte olan bu değişimler, toplumsal bölünmelerin ve ihtilafların sertleşerek derinleşmesine, dışındalanmanın genişlemesine ve burjuva demokrasilerinin içinin boşaltılmasına yol açıyor. Kanımca rapor sonuçları bunları kanıtlıyor. Peki, bundan çıkaracağımız politik sonuçlar ne olmalı? Onu da bir dahaki haftaya bırakalım.