Almanya gene çalkalanıyor. »Namus« uğruna öldürülen Hatun Sürücü davasının yol açtığı tartışmaların harareti daha sönmeden, Potsdam’da bir siyah Alman’ın ırkçılar tarafından öldüresiye dövülmesi, bilinen, alışıla gelmiş ve stereotipik reaksiyonlara yol açtı. Sağcısı, solcusu, araştırmacısı ve »göçmenleri« temsil iddiasıyla çalışma yapan örgütlenmeleri ile neredeyse tüm Almanya bir konuda hem fikir oldu: Entegrasyon politikaları iflas etti!
Doğru, ortada iflas eden bir şey var, ama bu sahiden Almanya’nın sözüm ona »entegrasyon politikaları«mı? Geçen Çarşamba günü Yeni Özgür Politika’da yayımlanan bir haberde belirtildiği gibi, sorun »Avrupa devletlerinin bir göçmen politikası olmaması« ve »kurumların önyargılı bir biçimde yaklaşım içerisinde olduğu« mu? Bence değil.
Bana kalırsa göç, göçmenlik ve ırkçılık bağlamında tartışma yürüten »göçmen örgütleri«, bırakın kavram kargaşasını aşmayı (entegrasyonun kelime anlamı uyum değil bütünleşmedir), önemli bir teşhis hatası yapıyorlar. Çünkü Avrupa devletlerinin bal gibi bir »göçmen politikası« var ve kurumları öyle hiç te önyargılı falan değiller. Sermaye çıkarları doğrultusunda politika geliştiren Avrupa devletleri neoliberal uygulamaların gerçekleştirilmesi hedefiyle bilinçli bir biçimde ayırımcı »göçmen politikası« uyguluyorlar. Amaç, sosyal hakların budanmasına, ücretler üzerindeki baskıların artmasına, kamusal alanların bütünüyle sermaye birikiminin hizmetine sunulmasına, saldırgan militarist anlayışın yerleşmesine, kısacası yukarıdan dayatılan sınıf savaşına direnç gösterecek örgütlü toplumsal muhalefetin engellenebilmesi için toplumun bölünmesi, dayanışma duygusunun yok edilmesidir. Bunun için işçi göçü enstrümentalize edilmekte, bunun için göç edenler ve sonraki kuşakları stigmatize edilmektedirler. Yani sorunun temelinde ücretli emek ile sermaye arasındaki çıkar çelişkisi yatmaktadır. Herşeyden önce bu tespit yapılmalıdır.
Bence yapılması gereken ikinci tespit, Avrupa ülkelerindeki toplumların çoğunluğunu oluşturanların özünde köktenırkçı olduklarıdır. Sosyolojik açıdan bakıldığında, yabancı görünümlülere saldıran, öldüren, evlerini kundaklayan »dazlaklar«da (burada neofaşist kadroları kesinlikle ayrı tuttuğumu vurgulamalıyım) toplumun kaybedenleri olarak, bu köktenırkçılığın »mağdurları« sayılabilirler: düşünülen, ama söylenmeyeni uygulayan suçlular olarak.
Asıl sorun çoğunluk toplumundadır. Çünkü çoğunluk toplumu »insan«ı yazılı olmayan ama genel geçerliliği olan bir norm konstrüksiyonu ile tanımlamaktadır. Bu norm konstrüksiyonuna göre »insan = beyaz, erkek, heteroseksüel, sağlıklı ve üretken«dir. Bölgeye göre Alman ya da Fransız veya protestan ya da katolik sıfatını ekleyebilirsiniz. Bu norma uymayan her kişi »farklı«, »yabancı« veya »öteki« olarak ayırımcılığa uğrar. Bu çoğunluk toplumunun en ilerici kesimleri için de geçerlidir. Dikkat edilirse göç ve mülteci politikaları konusunda sendikaların ve sol partilerin yaklaşımları hep yüzeyseldir, genel geçerli söylemlerden ileriye gitmemektedir. Tek tük göçmen kökenli milletvekili veya parti, sendika yöneticisinin olması değildir önemli olan. Sorun yapısal sorundur, paradigma değişimini gerektirir.
İşte bu yüzden »beyaz« olmayanların, toplumsal olayları değerlendirirken, bu iki tespitten hareket etmeleri ve taleplerini bu iki tespit temelinde radikalleştirmeleri gerekmektedir. Fırsat eşitliği, demokratik haklar, kültürel istemler ifade edilirken, sosyal sorun bütünüyle anılmalı ve ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişkide emek lehine taraf olunmalıdır. Bu taraftarlık »Demokrasinin demokratikleştirilmesi« başlığı altında, iktisadın demokratik kontrol altına alınmasından, sosyal, politik ve kültürel hakların herkes için geçerli olmasına ve eşitliğin gerçekleştirilmesi amacıyla pozitif ayırımcılık uygulanmasına kadar geniş bir demokrasi mücadelesi ile bağlantılı olmalıdır. »Beyaz« olmayanlar, »50 yıldır buradayız, yeni bir toplumsal sözleşme istiyoruz« talebi ile yaşanılan ülke anayasalarının oluşan yeni toplumsal koşullara uygun hale getirilmesini dayatmalıdırlar. Yaşamın her alanında bu radikal söylemler ifade edilmediği, paradigma değişimi zorlanmadığı sürece, köktenırkçılığa ve sonuçlarına karşı etkin mücadele vermek olanaksız olacaktır.
Ancak bunun için önce »beyaz« olmayanlar kendi özörgütlerini gözden geçirmelidirler. Radikal demokrasi mücadelesi, etnik bazda oluşan dar örgütlenmeler ile değil, bütün »beyaz« olmayanları kapsayan özörgütlerle sürdürülebilir. Tarih, toplumların ilerlemesine hep »en alttakilerin« kıvılcımının yol açtığını göstermektedir. »Beyaz« olmayanlar bunun farkına varabilir, bu amaçla örgütlenebilirlerse, medeniyetin barbarlığa dönüşmesinin engellenmesine önemli bir katkıda bulunabilirler.