Geçen yılın Kasım ayında Fransa banliyöleri yanıyordu. Çoğunluğu göçmen kökenli olan gençler, yüzde kırkları aşan işsizlik, gelecek perspektifsizliği ve ırkçı dışlanma kıskacına başkaldırmış ve ümitsizliklerini ateşe ve şiddete dönüştürmüşlerdi. Paris sokakları bugünlerde gene protestocu gençlerle dolup taşıyor. Ancak bu sefer barikatlara tırmananlar “toplumun kaybedenleri” değil, çoğunluğu orta tabakaya mensup lise ve üniversite öğrencileri.
Öğrencileri ve peşlerinden sendikaları sokağa döken, Fransa’nın aristokrat başbakanı Dominique de Villepin’in yeni reform (!) projesi. Villepin, güya işsizlikle mücadele gerekçesiyle sendikal hakları teker teker geriye alma uğraşında. Geçen yaz yürürlüğe giren ve KOBİ’leri üç yıl boyunca sosyal sigortalar işveren payını ödemekten muaf tutan Yeni İşe Alınma Sözleşmesi (CNE)’nden sonra, şimdi de 26 yaşını doldurmamış olanların iki yıl boyunca her gün gerekçesiz işten atılmaları rizikosunu içeren “Contrat première embauche (CPE)”, yani İlk İşe Alınma Sözleşmesi yürürlüğe sokulmak isteniyor.
İşten çıkarılmalardan koruyan yasal hakkı gençler için fiilen ortadan kaldıracak olan projenin gerekçesi hazır: istihdam piyasasının esnekleştirilmesi! Sakız gibi çiğnenen bu gerekçenin ardına sığınarak yıllardır uygulamaya sokulan sözde reformların bilançosu, bu gerekçenin büyük bir neoliberal yalan olduğunu ortaya çıkartıyor. Resmi verilere göre Fransa’da 2005 yılı sonunda 25 yaşın altındaki gençlerin arasındaki işsizlik oranı yüzde 22,7 idi. Bu oran banliyölerde yüzde kırkı aşıyor. Resmen 2,31 milyon insanın işsiz olarak kayıtlı olduğu Fransa’da toplumun yaklaşık yüzde 25’i ekonomik, sosyal, kültürel ve dolayısıyla politik yaşamdan dışlanmış durumda. Gelişmeler, bu oranın önümüzdeki yıllarda giderek artacağını gösteriyor.
Bu açıdan bakıldığında öğrencilerin ve sendikaların hükümet planlarına karşı sokağa dökülmeleri son derece önemli. 18 Mart’ta yapılan protesto eylemlerine 1,5 milyon insanın katılmış olması ve tüm Fransız sendikalarının 28 Mart’ı genel grev sayılabilecek eylem gününe dönüştürme çağrıları, toplumsal muhalefetin baskıyı artıracağını gösteriyor. Göstermesine gösteriyor da, işin bir de “ama”ları var.
Birinci “ama” başbakanın durumu. Villepin gelecek yıl yapılacak olan başkanlık seçimlerinde sağın güçlü adayı olmak istiyor. Şimdi baskılar sonucu yasa tasarısını geri çekerse, tükürdüğünü yalamış olacak ve adaylığı popülist rakibi Nicolas Sarkozy’ye kaptıracak. Yasada inat etse, başkanlık konusunda bölünmüş olan politik sol muhalefetin birleşmesine neden olacak. Yani “sakal-bıyık”-meselesi.
İkinci “ama” sendikaların durumu. Protesto eylemleri sendikaları, özellikle CGT’yi kontrpiyede yakaladı. Bir tarafta demiryollarında işyeri işçi temsilciliği seçimleri, diğer tarafta kurultay hazırlıkları hükümetle güç gösterisine girmedeki isteksizliğin nedeni. Zaten radikal solun sendikalara eleştirisi de, protestoları heyecansız destekliyor olmalarına yönelik. Yani protestoların kaderi, 28 Mart sonrasında sendikaların alacağı tavra bağlı.
Üçüncü ve bana kalırsa en vahim “ama” Fransa toplumunun ve dolayısıyla Avrupa işçi sınıfının durumu. Mücadelesini salt elindekini savunma, küçülen kaynaklardan eskisi gibi aynı kalmasını istediği payını alma kavgasına indirgeyen Fransa toplumu, söz konusu “ötekiler” olduğunda rahatını hiç bozmuyor. Banliyölerin dışlanmış gençleri ümitsizlik içerisinde kıvranırken, bugün sokaklarda olanların yüzde kaçı acaba onlara destek çıktı? Doğma büyüme Fransız olanların “yurtdışı” edilmesi taleplerine gereken yanıtı vermek için marksist ya da komünist olmaya gerek yoktu. Komün’ün, aydınlanmanın, 1968’in Kızıl Mayıs’ının beşiğinde dışlananlara, ayrımcılığa uğrayanlara, kaybedenlere sahip çıkan kaç kişi vardı?
İşte 2005 sonrasındaki “ikinci başkaldırı”ya bu “ama”lar açısından bakıldığında Fransa’daki toplumsal muhalefetin içinde bulunduğu çıkmaz açık olarak görülebilir. Çıkmazın görülebilmesi ise çıkış yolunu açar. Fransa hükümetinin CPE planlarına karşı yürütülen mücadele, radikalleşmediği aşırılığı kast etmiyorum- ve toplumun en zayıflarının, dışlananların, kısıtlanan ve ırkçı ayrımcılığa uğratılanların bakış açısından örgütlenilmediği sürece güdük kalacak, var olanı savunmaktan ileriye gidemeyecektir. Yakın tarih, var olanı savunmanın, geriye gidiş olduğunu ve “... insanı aşağılanan, esirleştirilen, yalnız bırakılan, hor görülen bir varlık haline getiren koşulları alaşağı etme” (Marks) olanaklarını yok ettiğini yeterince kanıtlamaktadır. Bunu görmek, göstermek ve gereğine göre hareket etmek, Avrupa sendikal hareketi ile politik solunun tarihsel görevidir.