Yoksullukla ilgili yeni bir rapordan iki veri ile geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim. Alman Sendikalar Birliği DGB’nin vakfı Hans-Böckler-Stiftung bu ay »Almanya’da Yoksulluk« başlığı altında bir rapor yayınladı.Bu rapor ile FES’in raporu arasında büyük benzerlikler var. Dikkatimi çeken iki veri ise şöyle: Sosyal yardım alma hakkı olmasına rağmen, genelde utandıklarından bu haktan feragat eden »gizli yoksulların« sayısı 2,7 milyon! Ve toplam sayıları on milyonu aşan yoksul insanların 2,8 milyonu 15 yaş altındaki çocuklar. 2004 yılında bu sayı 1,5 milyon olarak açıklanmıştı. Yani Hartz IV uygulamasıyla iki yılda 1,3 milyon çocuk daha yoksulluğa itilmiş oldu.
Görüldüğü gibi reel durum korkunç. Sermaye yönelimli Alman hükümetleri uygulamaya soktukları neoliberal yasalar ile resmen yoksulluk yaratıyorlar. Toplumun, başta işçi sınıfı olmak üzere, geniş bir kesimi sermaye birikimine kurban ediliyor. Neoliberal çılgınlık “alt” ve »orta tabakaların« içiçe geçerek, daha aşağılara kaymalarına ve sosyal bilimcilerin Almanca »Prekariat« olarak nitelendirdikleri güvencesiz ve rizikolu bir yaşamın, büyük bir çoğunluğun gündelik realitesi haline gelmesine neden oluyor.
Sadece düşük ücretle sınırlandırılamayacak olan ve işçiler, işsizler, sosyal transfer alıcıları, emekliler haricinde gazeteciler, öğretmenler, akademisyenler ve serbest meslek sahipleri gibi dünün iyi kazançlı kesimlerinin de çalışma ve yaşam koşullarının güvencesiz ve rizikolu hale gelmesi anlamını taşıyan »Prekariat«, bir politik strateji olarak yeni tip bir egemenlik aracıdır. Neoliberal elitler bu araç ile sosyal güvenlik »binasının« temeline dinamit koymakta, bir taraftan işsizler ve göçmenler gibi toplumun kenarlarında marjinalleştirilen gruplar üzerinde düşük ve daha düşük ücretli işleri kabul ettirme baskısını uygulamakta ve diğer taraftan da toplu sözleşmeli »olağan« iş ilişkilerine saldırmaktadırlar. İşsizlere yönelik yaptırımlar, iş yerlerinin ülke dışına- düşük ücret ülkelerine taşınması ve kronikleşen kitlesel işsizlik, »işi« giderek azalan bir emtia haline getirmekte ve bu emtiaya »sahip« olanların, onu kaybetmemek için haklarından feragat etmeyi kabul etmelerine neden olmaktadır. Çalışma sürelerinin ücret ödenmeksizin uzatılması, tatil ve noel paralarının kesilmesi, izin günlerinin azaltılması, hasta hasta işe gelinmesi, ücretlerde yüzde 30’lara varan indirimlerin kabul edilmesi, toplu iş sözleşmesi otonomisinin veya işçi hakları ile ilgili yasaların delinmesi örgütlü işçiler tarafından »işini kaybedip, toplum kenarına itilme« korkusu nedeniyle onaylanmaktadır.
Kısacası »Prekariat«ın sadece belirli ücret gruplarının karakteristiği olarak değil, kapitalizmin şekil değişimine ve bağımlı çalışanların çalışma ve yaşam koşullarının tümden altüst oluşuna yönelik bir tandans olarak tanımlanabileceği görüşündeyim. Bu tandans Batı Avrupa toplumlarında özellikle 20. Yüzyılın 70li yıllarında elde edilen sosyal güvence garantisi ve yasal haklarla kısmen güvenli ve planlanabilir bir yaşamı olanaklı hale getiren »olağan« iş ilişkilerini tehdit etmektedir. Geçmişte alınan ücret işsizlik, hastalık, iş kazaları gibi durumlarda ve emeklilikte olası rizikoları azaltan bir sosyal güvencenin altyapısını oluşturuyordu. Bu kollektif hakları sağlayan eski »sınıf uzlaşısı« artık sermaye tarafından tek yanlı olarak fesh edilmiştir. Sermaye, ücretli emeği »atipik« iş ilişkilerine ve »Prekariat«a itmekte. Tüm bunlar ve son 20 yıldaki politik, sosyal ve kültürel altüst oluşlar kapitalizmin son transformasyonunun bir göstergesidir.
»Prekariat«a itilen Batı Avrupa toplumlarının ortak reaksiyonu korku ve protestodur. Korku ve protesto yatkınlığı kısmen egemenlere yönelen eylemliliğe yol açsa da, çoğunlukla resignasyona, apolitikleşmeye, izolasyona ve köktenırkçılığa neden olmaktadır. 2004-2006 yılları arasında sadece Almanya’da yapılan seçimlerin sonuçları ve katılım oranları bunu kanıtlamaktadır.
Ne yapmalı? (yazdıklarım eksik kalsa da) İçinde bulunduğumuz durum emek güçlerine, toplumsal ve politik sola bir meydan okumadır. Bu meydan okumaya yanıt verecek olan güçlerin önünde, toplumun geniş kesimleri ile birlikte, hem ulusal, hem de uluslararası düzlemde sosyal, demokratik, ekolojik, barışçıl ve kapitalizm ötesi bir gelişme yolu hedefinde güç birliği oluşturma görevi durmaktadır. Emek güçleri, toplumsal ve politik sol, çoğunluğun çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve kapitalizmi aşacak bir transformasyon sürecinin başlatılabilmesi için, hegemonik güç olmaya çalışmalıdırlar. Aksi takdirde Avrupa kapitalizmlerinin barbarlığa dönüşmesine ve emperyalist savaşların egemen olacağı bir çağa geçilmesine karşı ciddî bir alternatif kalmayacaktır.