Rivayete göre Girit kralı İdomeneo Truva savaşından dönerken müthiş bir fırtınaya yakalanır ve gemisi tam batmak üzereyken bir yemin eder: »Fırtınadan kurtulursam, sahilde rastlayacağım ilk canlı varlığı deniz tanrısı Poseidon’a kurban edeceğim« der, kurtulur. Talih bu ya, kralın sahilde karşılaştığı ilk kişi, kendisini merakla bekleyen oğlu İdamante’dir. Velhasıl iş çetrefilleşir ve 1781’de Wolfgang Amadeus Mozart’ın pembe dizi misali operasına dönüşür.
Antik Yunan’da rivayetler hep tanrıların gazabından bahsederdi. 21. Yüzyılın dünyası ise daha reel korkuları yaşıyor. Mozart’ın eserini sahneye uyarlayan Berlin Operası, bir sahnesinde İsa, Buda ve Poseidon’un yanısıra İslam peygamberi Muhammed’in de kesik başı gösterildiğinden »aman teröristler operamızı bombalar« korkusuyla operayı programından alıverdi ve medya ile politikacıların gazabına uğradı. Opera yönetiminin doğru mu, yanlış mı yaptığı tartışması bir yana, olay, yaratılan korku ortamının nelere muktedir olduğunu göstermeye yetiyor. Hoş, opera yönetiminin bu tavrıyla dünya medyasının ilgisini çekmesini »iyi pazarlamacılık« olarak değerlendiren de yok değil, ama Idomeneo tartışması tam da Alman devletinin örgütlediği »İslam Konferansı« ile örtüşünce, opera eleştirmenlerinin (!) sayısı artıverdi.
Alman devleti son yirmibeş yılın kemikleşmiş »Almanya göç ülkesi değildir« paradigmasını değiştiriyor mu acaba? Baksanıza, daha »Entegrasyon Zirvesinin« şaşkınlığı geçmeden, toplumun önemli bir çoğunluğunun »islam Almanya’ya uymuyor« düşüncesinde olmasına rağmen bir de »İslam Zirvesi« düzenleyiverdiler. İçimde kötülük yok ama, düşünmeden de edemiyorum: hani bir laf vardır ya »bayram değil seyran değil, enişte beni niye öptü?« diye. İşte bu da ona benziyor. Onyıllar boyunca politikasının temel direklerinden birisi islam ve yabancı düşmanlığı olan, kaba milliyetçi tutumuyla tanınan Hıristiyan Birlik Partileri’nin yönetici ve bakanları ne oldu da birden bire »göç ülkesi olma gerçeğini« kabul ediyor, kaale almadıkları kesimleri resmî görüşmelere davet ediyorlar? Nedir bu değişimin ardında yatan nedenler?
Öncelikle şunun altını çizmekte yarar görüyorum: İşçi göçü yıllardan beri neoliberal politikaları uygulamak için enstrümentalize edilmektedir. Başta Birlik Partileri olmak üzere, sistem partileri ve Alman devletinin kurumları, ülkenin bir göç ülkesi olduğunun bal gibi farkındaydılar. Ancak bu gerçek ekonomik, sosyal ve politik sorunların gerçek nedenlerinin üstünü örtmek, demokratik ve sosyal hak budanımını gerekçelendirmek, toplumun bölünmesini derinleştirmek ve neoliberal programa yarayan korku ortamını yaratmak için reddedildi. Göçmenler, temel bir çok haktan mahrum, egemen politikanın istediği gibi kullandığı manevra kitlesi olarak tutuldular.
Eğer yıllarca böylesi bir politika uygulayanlar ve özellikle »Alman ulusunun kader birliğinden« bahsedip »ince« milliyetçi ve yabancı düşmanı bir çizgi izleyen Wolfgang Schaeuble bugün diyalogdan dem vuruyorlarsa, bunun ardında politika değişikliği falan aranmamalıdır. Bence egemen politika aynı çizgisini sürdürüyor. »İslamla diyalog« da bu çizginin güncelleştirilmiş bir şekli. Çünkü sorun, ülke gerçekliğini tanımak değil, Alman devletinin dış politik çıkarlarına uygun olarak, ülke içerisinde preventif önlemler alma çabasıdır.
Federal Hükümet gerek Lübnan’a asker gönderme, gerekse de Perşembe günü parlamentoda kabul edilen Afganistan askerî operasyonunu uzatma kararıyla İslam dünyasında tepki topladığının farkında. İşte en azından Almanya’da yaşayan yaklaşık 3,5 milyon müslümanın (resmî istatistiklere göre Almanya’da yaşayan müslümanların yüzde 80’i Sünnî, yüzde 17’si Alevi ve yüzde 3’ü Şiî. Ayrıca 3,5 milyonun yaklaşık 1,8 milyonu da Türkiye kökenli) kontrol altında tutulması sağlanırsa, bu tepkilerin Almanya’daki etkisi azaltılabilir ve iç güvenlik açısından preventif adımlar atılmış olur düşüncesinde. Bu benim uydurmam değil, aksine iç politikacılar tarafından yıllardan beri dile getirilen düşünceler.
Amaçlarına ulaşmak için aba altından sopa da göstermiyor değiller. Söylemlere dikkat edilirse hep »ya entegre olun, ya da..« veya »müslümanlar diyaloğa açık olmalı ve terörü lanetlemeli, yoksa...« türünden hem dayatmalara, hem de tehditlere başvurulmakta. Bu açıdan gerek »Entegrasyon Zirvesi«, gerekse de yeni icad »İslam Konferansı«, proje pastasından pay alma kaygısında olan kimi »göçmen temsilcisinin« dediği gibi ileri bir adım değildir. Amaç »Alman İslamı« adında bir hilkat garibesi yaratarak, hem islamî örgütlenmelerin etkisini kontrol altına almak, hem de müslüman göçmenleri dış politik çıkarlara stepne yapmaktır. Kısacası, Almanya’daki egemen politikanın İslam ve göçmenler konusundaki iyi niyetinden şüphe duyulmalıdır.