Pop Up Window

Michael Brie
Çeviri: Murat Çakır

Rosa ne söylerdi?

Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC)’nin ve Avrupa’daki devlet sosyalist sisteminin yıkılışından bir buçuk onyılı aşkın bir süre sonra, 1991 yılındaki Körfez Savaşı ile başlayan emperyal savaşlar serisinin ardından ve refah devletçi fordist kapitalizmden malî piyasalar kapitalizmine geçiş zemininde sol, uluslar arası düzeyde Avrupa’da ve Almanya’da üç temel ihtilafla yüzleşmekte: Egemen sınıflar ve elitler arasında emperyal, ekonomik liberal ve otoriter neoliberalizm ile malî piyasalar kapitalizmini demokratik temel normlar çerçevesinde şekillendirmek isteyen multilateral, sosyoliberal veya sosyaldemokratik politika hüküm sürme mücadelesi vermektedir. Neoliberalizmin radikalleştirilmesinden veya çağdaş sosyaldemokrat yaklaşımın başarısızlığından, barbarlaşmaya ve tüm temel hakları zedeleyen ve savaşı olağan durum olarak örgütleyen açık bir egemenliğe yönelik tandanslar oluşmaktadır.

Aynı zamanda solun kendisi de yeniden çekicilik kazanmaktadır. Dünya Sosyal Forumu süreci, işsizlik, düşük ücret ve güvencesiz iş tehditi altındakilerin veya bunları yaşayanların, topraksız, konutsuz ve pasaportsuz olanların, içme suyuna, sağlık hizmetlerine ve eğitime ulaşım olanakları ellerinden alınanların örgütlediği kitlesel sosyal hareketler, neoliberalizmin, malî piyasalar kapitalizminin ve emperyalizmin meşruiyetini sorgulamaktadırlar. Baygınlık ve savunma konumundan, şekillendirme gücü ve reel değişim olanakları ortaya çıkıyor.

İşte tam bu noktada solun iç çelişkileri görünüyor. Stratejik tartışmaları zorunlu kılan alternatiflerin açılmasıyla sol, ne olduğunu, mücadelesine hangi başka dünyayı temel aldığını göstermelidir. Rastgele ve soyut açıklamaların zamanı artık geçmiştir. Kendi örgütüne, parti, hareket ve sendikalar arası ilişkilere, hükümet ortaklıklarına ve devlet, şiddet ve insan hakları arasındaki ilişkilere yönelik sorular üzerindeki tartışma tüm şiddeti ile başlamıştır.

Bu tartışmaların hangi sonuca varacağında, solun kültürü ve kendini nasıl tanımladığı belirleyici olacaktır. Yeni koşullar altında solun eski bölünmelerinin tekrarlanma ve barbarlığın geri püskürtülmesini, neoliberalizmin egemenliğinin aşılmasını, malî piyasalar kapitalizminin ötesine giden ve sermaye birikiminin ekonomi ve toplum üzerindeki hükümdarlığını aşacak bir transformasyon stratejisinin başlatılmasını olanaksız kılma tehlikesi son derece büyüktür.

1. Öğrenmeyi unutmamak!

Rosa Lüksemburg’un 1915’de, sosyalist güçlerin o döneme kadar aldıkları en ağır yenilginin saatlerinde vurguladığı görevle gene karşı karşıyayız: »... öğrenmeyi unutmazsak eğer, kaybolmayacağız ve kazanacağız«[1]. Rosa Junius-Broşür’ünde ne diyor: »Özeleştiri, bütün çıplaklığıyla, acımasız, meselenin temeline kadar inen özeleştiri, proleter hareketin yaşam nefesi ve yaşam ışığıdır«[2].

Böylesi bir özeleştiri kolay çoğunlukların maksatlılığına ve çürük uzlaşılarına boyun eğmez. (Böylesi bir özeleştiri) armoni özlemlerini ve çelişkilerin rahat denkleştirmesini tatmin etmez, çünkü bunlar sosyalist hareketin çürümeye başladığı ve yeniden çürüyeceği temeldir.

Böylesi bir özeleştirinin iki koşulu vardır: birincisi başkasının (diğerinin) onuruna ve kişisel saygınlığına itibar etmek ve ikincisi »kendi sıralarımızda farklı düşünen ve hissedenlerin«[3] korunmasıdır. Farklı düşünenler karalanarak ve gammazlanarak dışlanınca – ki en önemli şekilleri bir taraftan dürüst motiflere sahip olmadıklarının iddia edilmesi veya mutlak kötü gösterilerek »düşman« sayılmalarıdır -, düşüncenin bağımsız, otonom temsil edilmesi hakkı ve bunun için gerekli olan görüş oluşturma amaçlı örgütlenme hakkı kısıtlanırsa (fraksiyon yasağı), farklı düşünme olanaksızlaşır.

Ancak düşünme, farklı ve farklılık içinde düşünme olmaksızın kesinlikle olanaklı olmadığından, farklı düşünenlerin baskı altına alınması, kamusal sorun olarak düşünmenin baskı altına alınması, açık alanın yıkılması, demokrasinin yok edilmesi anlamına gelir. Bu nedenle Rosa üç yıl sonra ümitsiz bir biçimde Rus yoldaşları hakkında şöyle yazar: »özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür«[4] ve gerekçe olarak ekler: »Adalet fanatizmi için değil, özgürlük imtiyaz olduğunda, politik özgürlüğün tüm yaşatıcılığı, iyileştiriciliği ve temizleyiciliği bu öze bağlı olduğundan ve etkisini kaybettiğinden.«[5]

Farklı düşünenlerin özgürlüğünün sürekli baskı altında tutulması, aydınlanma, emansipasyon ve kurtuluş hareketi olarak sosyalizmin sonudur. Rosa’ya göre, politik demokrasinin bu temel koşullarının yok edilmesi, »sosyal kuruluşların doğuştan olan yetersizliklerini tek düzeltebilecek olan yaşayan kaynağı: geniş halk kitlelerinin aktif, tereddütsüz, enerjik politik yaşamını kurutur«[6]. Açık muhalefeti sürekli bastırarak, bu politik demokrasiyi yok eden ülkeler, zamanında Lenin ve Trotzki gibi »bir avuç kişinin diktatörlüğüne« karar kılmışlardır. Bu Rosa Lüksemburg için, bolşeviklerin toplumsal hedeflerine duyduğu tüm sempatisine rağmen, bir »burjuvai diktatörlük«tür. Hapisteki hücresinde şöyle yazar: burjuva demokrasisi ile böylesi bir diktatörlük »gerçek sosyalist politikadan eşit uzaklıktaki iki karşıt kutup«[7]tur.

Küba devleti, en büyük ve özü ilgilendiren kısıtlamalar olmaksızın ne Rosa ile, ne de parti programı ile »sosyalist« olarak nitelendirilebilir. Bu (tespit) acı verebilir, kişinin kendi biyografisine, bir halk devrimi ile dayanışmaya, ABD emperyalizmine ve ambargo politikasına karşı verilen mücadeleye görünürde ters düşebilir, ama bu çelişkilerle hesaplaşılmadan, sosyalizme daha ucuz sahip olunamaz. Yeniden öğrenmemiz gereken, demokratik sosyalizmin »formel eşitlik ve özgürlüğün tatlı kabuğunu« adaletin »sosyal içeriği« ile dolduran özgürleştirici yaklaşımını acılar altında dahi savunmak ve böylelikle inandırıcı ve güçlü olmaktır.

Avrupa’daki devlet sosyalizmi toplumları için de birincil öneme sahip olmuş sosyal hedefler tek başına sosyalizm oluşturmazlar, sadece halk adına sosyal diktatörlük anlamına gelirler. Kendi sıralarında fraksiyonlara dahi izin vermeyen ve tek parti iktidarlarına bağımlı sosyalist inançlar, ne kadar cesaret verici, tapılası, dürüst inançlar olsalar da, sosyalist toplumu oluşturamazlar. Ve ters orantılı olarak da formel özgürlük ve eşitlik, sosyalizmin bir önkoşulu ama özü değillerdir. Pratikte bu, şu anlama gelir: Kübalı sosyalistlerle, pratik hedeflerimizin örtüştüğü yerlerde en sıkı, en iyi, en dayanışmacı kooperasyon, ama sosyalizmin ne olduğu ve politik çelişkilerle ne yapılması sorusundaki farklılıklarımızı açık olarak vurgulayarak. Bu, farklı düşünenlerin politik özgürlüklerinini korunmasını güvence altına alan ve »vicdanî nedenlerden dolayı« tutuklu olanların (Amnesty International) serbest bırakılmasına yol açacak reel, somut adımların atılması istemini içerir.

Her türlü taktiksel maksatlılığın, düşüncelerin ve genel havanın ötesinde, ki bu noktada Rosa Lüksemburg da şüphe bırakmıyor – Almanların büyük bir çoğunluğunun savaş hayranlığı koşullarında Alman sosyaldemokrasisinin ne denli baskı altında olduğunu neredeyse tasavvur bile edemiyoruz -, politik kararların belirleyici kriteri ilgili örgütün programıdır. (Rosa) şöyle yazıyor: »ve ister yerel toplantı, tüketim derneği veya parlamenter fraksiyon olsun, yüzlerce yoldaştan oluşsa da, Sosyaldemokrasi gibi demokratik bir partide hiç bir grubun bireyi (tek bir parti üyesini) partiye ihanet etmeye zorlama yetkisi yoktur. Parti bütününün disiplini, yani parti programına uyma disiplini, her türlü korporasyon disiplini önünde gelir ve nasıl onun (korporasyon disiplininin) doğal sınırını oluşturuyorsa, varlık hakkını sağlar.«[8] Ancak partinin bir organının pozisyonu programdan uzaklaşırsa, bu pozisyondan hareketle, programdan uzaklaşan diğer yaklaşımların partinin pozisyonunu yansıtmadığı iddiası haklı kılınamaz.

Tek bir kararın örgütün pozisyonuna uyup uymadığı sadece parti programı ile ölçülebilir. Ve şu da açıktır: aynı program temelinde bir çok somut sorun için farklı kararlar verilebilir, çünkü program sadece çerçeveleri formüle eder ve somut kararları önceden belirlemez, belirleyemez de. Ve bu nedenle çoğunlukla alınan kararlar, azınlığı, azınlığın pozisyonu programın bakışı açısından gerekçelendirilebildiği sürece, dışlayamaz. Tersi, bir partinin çoğulculuğunun sonu anlamına gelir.

PDS içerisindeki Marksist Forum üyesi Hermann Klenner’den aşağıdaki paragrafı parti programına alma önerisi gelmişti: »Hedeflediğimiz gibi bir sosyalist toplum, politik, sosyal ve kültürel haklar birliğinde tüm insanların ve halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi hakkını garanti eder. (O toplum) kâr hâkimiyetinin yok edildiği bir toplumdur. (O toplum) politik, ekonomik, ekolojik ve kültürel koşullara kadar uzanan demokrasiyi gerçekleştirir. (O toplum) üretim, dağılım ve tüketim tarzlarının, tüm yurttaşlar için kendi tayin edecekleri ve dayanışmacı bir yaşam olanağı yaratma ilkesine tabî tutulmasını zorunlu kılar. Ekonomik büyümenin ve bilimsel – teknik ilerlemenin yönünün değişimi, doğal çevrenin korunması, hukuk devleti ve sosyal devletin bütünlüğü, içe ve dışa yönelik dayanışma ve dünyayı saran barış, adalet ve refah düzeni bunun içerisindedir«. Bu öneri kabul edildi.[9]

Solparti.PDS parti yönetim kurulunun aldığı karar, Küba’yı kayıtsız şartsız sosyalist olarak tanımlayarak, bu açıdan geçerli olan parti programının ruhu ve harfleri ile dolaysız çelişmektedir. Ve bu nedenle, bu parti programına onay vermeyi reddeden PDS Komünist Platformu’nun bu kararı neredeyse kayıtsız şartsız selamlaması bir tesadüf değil. (Platformun) eleştirisi sınırlı: »Parti yönetim kurulu, Kübalı yoldaşların André Brie, Helmuth Markov ve Gabi Zimmer tarafından provoke edilmelerinden sonra, insan hakları gerekçesiyle Küba ile arasına mesafe koymasaydı, akıllı bir karar vermiş olacaktı. Ama olsun. 27.02.2006 tarihli kararda önemli olan, parti tabanındaki havaya uyumlu olmasıdır.«[10]

2. Aşırı değil, radikal

Solun ve sosyalist partilerin politikası, medeniyetin temellerine yönelik artan tehditler karşısında radikalleşmek zorundadır. Bu konuda hiç bir şüphe duymuyorum. Ama radikallik hangi anlama gelir? Rosa Lüksemburg’un, politik cesareti vekararlılığı nedeniyle hayranlık duyduğu Lassalle ile birlikte sürekli olarak dayanak noktası aldığı Marks’a göre radikallik »meseleyi kökünden almaktır.« Ve Marks ekler: »Ama insan için kök, insanın kendisidir.« Ve bu nedenle »Alman kuramının radikalliği, insanın insan için en yüksek varlık olduğu, yani insanı aşağılanan, esirleştirilen, yalnız bırakılan, hor görülen bir varlık haline getiren bütün koşulları alaşağı etme emrini kategorik olarak veren öğretiye ulaşır.«[11]

Rosa Lüksemburg »Spartaküs Birliği Ne İstiyor?« adlı belgede, sadece Spartaküs Birliği’nin »proleter kitlenin büyük bir çoğunluğunun açık, şüphe götürmez iradesi« ve »Spartaküs Birliği’nin düşünceleri, hedefleri ve mücadele metodlarını bilinçli onaylamasından aldığı güç ile« iktidarı almaya hazır olduğunu kabullenmekle kalmıyor[12], aynı zamanda »Rus devrimi üzerine« adlı yazısının ruhuna uygun olarak çok açık bir biçimde, 1918 Ocak’ı sonrasında Rusya’da uygulanan bolşevik metodlarına, Bolşeviklerin adını anmadan sınır çiziyor: »Burjuva devrimlerinde kan dökme, terör, politik cinayet yükselen sınıfların vazgeçemeyecekleri silahlardı. Proleter devrimin, hedeflerine ulaşmak için teröre ihtiyacı yoktur, katillerden nefret eder ve tiksinir. (Proleter devrimin) bu silahlara ihtiyacı yoktur, çünkü bireylere değil, kurumlara karşı mücadele verir, hüsranının intikamını kanlı bir biçimde alacağı naif ilüzyonlarla arenaya çıkmaz.«[13] Karşı devrimin direnişine, bir partinin ya da yönetimin diktatörlüğünün değil, radikal demokratik şura iktidarının karşı koyması gereklidir der. Şöyle yazar: »Radek’in örneğin “burjuvaziyi boğazlama” düşüncesi, hatta bu anlamda dile alınacak bir tehdit, idiotie summa grado’dur; sadece sosyalizme leke sürmektir, başka bir şey değil.«

Sol radikallik ne söylemin şiddetselliği ile, ne de ölülerin sayısı, toplumsal koşulların değişiminin hızı ile ölçülür. (Sol radikalliğin) ölçütü, sosyalist politika ile sömürü, baskı ve kısıtlanma koşullarının yok edilmesine ne kadar gerçek katkıda bulunulduğudur. Bu yönde atılan her pratik adım hem insancıl, hem de radikaldir. Sol politika burada bunu verili olanaklar altında ve var olan güçlerle politik, sosyal ve kültürel insan haklarının birlik içerisinde bütünsel ve tam olarak gerçekleştirme rekabeti içerisindedir.

Radikalliğin aşırılıktan farkı, radikallik araçları insancıl amaçların hizmetine sokarken, aşırılık güya asıl önemli olan şeylerden dikkati kaçıran demokrasiye ve »insan haklarına önem verme söylemlerine« olan hor bakışı ile araçları, düşmana karşı verilen mücadeleyi, başka bir politik ve mülkiyet düzeninin gerçekleştirilmesini insanın yaşama ve demokratik tayin hakları üzerinde tutar. Yaklaşımları, şiddete dayanmayan görüş açıklamaları, kökenleri veya geldikleri yer nedeniniyle başkalarına, kendilerine ve politik arkadaşlarına tanıdıkları yaşam hakkından daha azını tanıyanlar, aşırılardır. Aşırılık, sosyalist radikalliğin en derin ve en dolaysız karşıtlığıdır. İster sağ ister sol olsun, aşırılığın sistemi diktatörlüktür. Sosyalist radikalliğin sistemi ise toplumsal demokrasidir.

Tarih böylesi bir sol radikallik için bir dizi ölçüt ortaya çıkarmıştır. İlk ölçüt, demokratik ve barışçıl metodların yeğlenmesidir. Bolşevikleri sosyalist politikadan kopartan, 1917 Ekim’inde az sayıda ölüme neden olan, geçici hükümeti sona erdiren ve özgür bir şekilde seçilen şuralarda sol çoğunluğa sahip olan silahlı darbe değil, 1918 Ocak’ında Rusya’nın anayasa koyucu meclisinin polisiye araçlarla fesh edilmesiydi. Bu adım özgür bir biçimde seçilen şuralar dönemini de bitirmişti. Politik partilerin, hatta Ekim ayaklanmasını destekleyenlerininki dahi, yasaklanması hemen peşinden geldi. Bu şekilde iç ihtilafların barışçıl ve yasal bir biçimde çözülmesinin olanakları yok edilerek, ya açık iç savaş, ya da Bolşevikler’in diktatörlüğü altına girmeye boyun eğme tek seçenek olarak bırakılmıştı. Bu ihtilaf 10 milyon insanın yaşamına mal oldu.

Sol sosyaldevrimcilerin Lenin’e yönelik suikasti, demokratik görüş bildirme şekillerinin baskı altına alınmasının zorunlu bir sonucuydu – yani despot cinayeti. Ve despot cinayeti, despotun yaşam ve ölüm üzerindeki tek hâkim olması ve hukuk devleti koşulları dışında başkalarının yaşamını belirlemesi nedeniyle, demokrasi açısından meşru sayılan tek cinayettir. Sadece ölüm despotların hâkimiyetini bitirebilir.

Bu nedenle 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin girişi şu açık sözlerle başlar: »İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olmasına, insan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevkeden vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulması en yüksek amaçları olarak ilan edilmiş bulunmasına, insanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına...«[14]

Radikal sosyalist yaklaşımın ikinci ölçütü, toplumsal transformasyona yönelik olması ve insan haklarının bölünmezliğidir. Bir toplumun her değişiminin her zaman verili şartlara dayandığı ve politik, sosyal ve kültürel insan haklarının evrensel düzeyde gerçekleşmesine ters düşen koşulların açıktır. Aynı zamanda, hangi alanda olursa olsun, en temel özgürlüklerin sürekli olarak uygulanmaması, insanın onurlu bir şekilde yaşamasının en önemli şartını kaybettireceğinden, demokratik sosyalizm politikasına aykırıdır. Özgür seçimlerin olması, konuta, işe, sağlık hizmetlerine, eğitime ulaşım olanaklarının yokluğunu kabullendiremez. Ama bu ulaşım olanaklarının tek başına varlığı da, özgür konuşma hakkının sürekli baskı altında tutulmasını meşru kılamaz.

Despotluk durumunu sona erdiren devrimci devinimler sonrasında, özgür seçim koşullarının yaratılması için iki hatta dört yılın beklenmesi gerekli görülebilir. Önemli olan buna yönelik süreç ve pratik olağanüstü durumun sonunun görülebilir olmasıdır. Ancak bu (olağanüstü) durum süreklilik kazanır, hatta anayasal norm haline gelir ve bir parti veya parti yönetimi demokratik olmayan bir biçimde iktidar hakkını kendinde görürse, meşruluğunu yitirir.

Sol içerisinde her zaman, sosyal hedeflere (belirli bir mülkiyet düzeninin oluşturulması, sosyal adaletin sağlanması, dağılımın aşağıya doğru gerçekleştirilmesi) ulaşmak için politik özgürlüğü kısıtlamak veya tamamen baskı altına almak isteyen bir akım olmuştur. Bu, kendi kendisine meşruiyet tanıyan diktatörlüğe geçebilecek ve tarihte de geçmiş olan – ve bu diktatörlük de belirli şartlar altında, sosyalizm adına insanların yok edilmesini de içeren totaliter egemenliğe dönüşmüştür – sosyal yönlü bir otoritarizm tandansıdır. Demokratik sosyalizm, ve bu soruda liberal demokrasiden ve sosyal yönlü otoritarizmden eşit uzaklıktadır, demokratik kararlara katılma olanaklarını yükseltmeyi ve insan haklarının yerine getirilmesini olanaklı kılan özgürlük hakları ve üretimini birinci sıraya yerleştiren mülkiyet koşullarını yaratmayı hedefler. Yani lüks değil, su, ekmek, eğitim ve sağlık, villalar değil, konutlar, Shareholder’ler için müthiş kâr marjları ve muazzam menecer maaşları değil, herkes için yeterli gelir. Demokratik sosyalizm, ne mülkiyet ne de dağılım soruları üzerine demokratik tasarruf olanaklarının olduğu, temel kamu hizmetlerinin güvencesinin borçların ödenmesine ve uluslar arası oligopollerin özgür rekabetine bağlandığı neoliberalizmin demokratik güçsüzlük sistemine karşı, ekonomik ve sosyal koşullar üzerine alınacak kararların demokratikleştirilmesini ve sosyal devletin güçlendirilmesini koyar.

PDS parti programında bununla ilgili olarak şunlar yazılıdır: »Doğal, sosyal ve kültürel yaşam koşullarını geliştiren ve insan yaşamının temel şartlarına ulaşımı iyileştiren bütün mülkiyet şekilleri – kooperatifsel, yerel, özel, devletsel ve diğerleri – teşvik edilecek, yaşam şartlarının altını oyan, yok eden ve insan yaşamının temel şartlarına ulaşımı zorlaştıran ve engelleyen (bütün mülkiyet şekilleri) geriye itilecek veya aşılacaktır. Biz, Anayasa tarafından verilen mülk ve emlakın, doğal kaynakların ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve devlet mülkiyetine veya kamu mülkiyetinin diğer şekillerine aktarılması olanağına sahip çıkıyoruz ve yurttaşların çoğunluğunun görüşüne göre bu olanak, sosyal adaletin ve sosyal temel kaynakların etkin sunumunun sağlanmasına katkıda bulunacaksa, bunu uygulamaya hazırız. Biz, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Uluslar Arası Para Fonu (IMF)’nun dünya çapında ekonominin çerçeve koşullarını dikte etmelerini aşmak ve kamusal hizmetler ile bilginin özelleştirilmesini durdurmak istiyoruz.«

Bir çok solcunun düşüncesinin aksine, politik insan haklarının demokratik ve sosyalist gerekçeli ilkliği vardır. Sosyal ve kültürel insan haklarını güvence altına alan kaynak ve şartların oluşumu demokratik olmayan bir sistem tarafından gerçekleştiği sürece, bunlar hak değil, iktidar sahiplerinin iradesi ve çıkarlarına bağlı ikramiye ve tavizlerdir. Bu (ikramiye ve tavizler) yeniden geriye alınabilir ve keyfiyete göre selektif verilebilirler. Politik hakların bu ilkliği, sosyal ve kültürel insan haklarını izafileştirmez. Aksine, politik insan haklarının korunmasının insan haklarına uygun mülkiyet düzeni için verilen demokratik mücadeleyi olanaklı hale getiren ve canından ve malından korkmadan mülkiyetin gerçekten de sosyal yükümlülüğü olduğunu savunmayı güvence altına alan (koşul) olması nedeniyle, elden çıkarılamaz (geriye alınamaz) haklar haline gelirler.

3. Güç eşitsizliğini hesaba katın

Sosyalist radikallik insanı soyut isim olarak değil, aksine somut, tekrarlanamaz bireysellik, yaralanabilir, ölümlü, hassas ve makul (bir varlık) olarak görür. Şu sözleri 1918 Kasım’ının alevlenen olaylarının ortasında, daha henüz yıllar süren hapisten sağlığı zedelenmiş olarak kaleme alan, hararetli devrimci Rosa Lüksemburg’tan başkası değildir: »Emperyalist soykırımının dört yılında... nehirler gibi kan aktı. Şimdi bu değerli sıvının her damlası kristal kâselerde korunmalıdır. Acımasız devrimci enerji ve müsamahacı insaniyet – sosyalizmin gerçek nefesi yalnızca budur. Bir dünyanın yıkılması gerekiyor, ama, silinebilecekken akan her gözyaşı bir ithamdır ve önemli bir iş için acele edip, kaba bir dikkatsizlikle zavallı bir solucanı ezen kişi, suç işlemektedir.«[15] (Rosa) idam cezasının kaldırılmasını devrimin »Namus Borcu« olarak nitelemişti. Böylesi cümleler, komünist harekette enderdiler.

Bu cümleler, sosyalist politikanın, amaç ve araçların, hedef ve yolun antagonist karşıolum haline gelmemesi ve zayıfların bakış açısından karar verilmesi iddiasını vücutlandırmaktadırlar. (Bu cümleler), sağ sosyaldemokrasinin –“Önderlerini öldürün!”- çağrısıyla Rosa Lüksemburg’u da katleden canilerini kızıl Berlin’e salmasından birkaç hafta önce yazılmıştır. Katillerden birisi daha sonra verdiği ifadesinde: »O akşamın olayları aynı sarhoşluk duygusu içinde gelişti. Dört yıl boyunca birbirimizi öldürmüştük, bir tane daha ölüm fark etmezdi.«[16] Paul Levi, Karl Liebknecht ve Rosa Lüksemburg’un mezarında yaptığı konuşmasına şu ümitsiz sözlerle başladı: »Sanki toprak kan içmeye doyamıyor. Dört yıl boyunca kan içti, kan üstüne kan.«[17]

Sol, ancak egemen koşullar tarafından baskı altına tutulan, sömürülen, dışlanan ve kısıtlananların bakış açısından topluma baktığında soldur. (Sol) böylesi bir bakış açısından taleplerini öncelikle politik, ekonomik, tinsel ve askeri açıdan güçlü olanlara yöneltir ve öncelikle bu güçlerin tavrının değiştirilmesi ya da geriye itilmesi için ve sonuc itibariyle bu hâkimiyetin aşılması için mücadele eder. Bu, demokratik-sosyalist solun Küba ile olan ilişkileri için de geçerlidir.

ABD’nin, devrimci Küba hükümetinin Küba’daki mülkiyetlerle ilgili kararına (bir dizi ABD şirketinin ve Kübalı toprak zenginlerinin mallarının kamulaştırılması) yönelik ablukası, her devletin meşru olarak var olan, mülkiyet düzenini kendi çıkarlarına göre şekillendirme hakkına müdahaleydi. Bu abluka onyıllar boyunca ABD’nin askeri, gizli servisli, ekonomik, politik ve kültürel araçlarla sürdürdüğü, ilan edilmiş bir savaşa dönüştü. O yüzden, bu savaşla bağlı olarak Küba’nın devlet haklarının ve Kübalıların insan haklarının zedelenmesinin ana eleştirisi ABD’ye yöneliktir.

Ama, Christoph Spehr’in bir tartışmada dikkat çektiği gibi, solun, dünya politikası bağlantıları nedeniyle önemsiz görünen, gözünü yummaması gereken başka bir güç dengesizliği var – Küba yönetimi ile halkı, özellikle, Küba’nın politik ve mülkiyet düzeninin nasıl olması konusunda ayrışan düşünceleri olanlar arasında(ki güç dengesizliği).

Son yıllarda Küba’da yürürlüğe sokulan bir dizi yasa ile
- ABDli veya başka yabancı medyalarla, ekonomik, sosyal veya politik düzeni eleştiren söyleşi yapmak,
- uluslararası insan hakları örgütleri ile iletişimde bulunmak,
- Kübalı otoriteler tarafından tanınmayan veya karşıdevrimci faaliyette bulunma zannı altına olan gruplar içerisinde çalışmak
yasaklanmıştır.[18]

Bu yasalar, DAC, Sovyetler Birliği ve diğer devlet sosyalizmi ülkelerinden tanıdığımız yasalardır. Bunlar arasında esaslı bir fark yoktur. Tabii ki her devletin, yabancı bir gücün içişlerine karışmayı reddetme hakkı bulunmaktadır. Ancak, düşünce ifade etme, toplanma ve dernekleşme hakkı garanti edilmediği, yurttaşların bu hakları kullanmak için kendi belirleyecekleri şekilde kaynak kullanamadıkları, kendi ülkesinde bu hakların zedelenememezliği hukuk devleti tarafından güvence altına alınamadığı sürece, yurtdışı ile ilişkiye geçmeye kalkışmanın baskı altına alınması, hükümet lehine olan güç dengesizliğinin artmasına neden olur ve böylece (hükümetin) kütlesel politik koğuşturma olanaklarını genişletir. PDS’in parti programı açısından böylesine bir politikaya “sosyalist” denilemez.

1989 sonrasında DAC muhaliflerinin rehabilitasyonu için uğraş veren, daha yetmişli yılların sonunda Bahro davasında müthiş bir cesaretle beraat isteyen bir meclis grup başkanına sahip olan bir parti, başka ülkelerin benzer araçlarla farklı politik düşünenleri koğuşturması karşısında susmamalıdır ve susamaz da. Söz konusu olan, insan haklarının tek tek zedelenmesi değil, esaslı tüm politik özgürlük haklarının yapısal olarak sürekli yürürlükten kaldırılmasıdır. Bu durumlarda, temel sosyal hak ve özgürlüklerden farklı olarak, farklı düşünenlerin özgürlük haklarının kısıtlanması, genel olarak her yurttaşın özgür düşüncesinin yasaklanması anlamına gelir.
* * *
Rosa olsa, ne söylerdi? Olası üç yanıtı verdim. Bu yanıtlar bizleri, çağımızın komplike çelişkilerine basit yanıtlar vermemeye, genel havaya uymanın verdiği rahatlığa kapılmamaya, sosyalizmin en temel nedeni olan her kişinin özgür ve eşit olduğunu, bunlardan dışlananlarla dayanışmada bulunulması gerektiğini hiç bir zaman unutmamaya çağırıyor. Sosyalizm için verilen mücadele, Rosa Lüksemburg için, barbarlığa karşı verilen mücadeleydi. (Rosa) için sosyalizm, barbarlığa kaymaktan kurtulmanın gerekli şartıydı. Hiç bir zaman barbarlığın araçlarını kullanmayı kabullenemezdi.

Rosa Lüksemburg, radikal hümanist olduğu için sosyalistti. (Rosa’yı) zamanının sosyalistlerinden daha öne çıkartan işte bu bağlantıdır. Günümüz sosyalistleri için de Jens Reich’ın söyledikleri geçerlidir: »Toplumumuzdaki insancıllık, Rosa Lüksemburg’un mirasını hangi saygınlıkla taşıdığımızla ölçülür.«

Prof. Dr. Michael Brie, Rosa Lüksemburg Vakfı yönetim kurulu başkan yardımcısı ve vakfın politik analiz bölümünün yöneticisidir.

[1] Rosa Luxemburg: Die Krise der Sozialdemokratie, Werke, Bd. 4, S.63
[2] Aynı yerde, S. 53
[3] Rosa Luxemburg, Gegen den Franktireurkrieg, Werke, Bd. 4, S.7
[4] Rosa Luxemburg: Zur Russischen Revolution, Werke, Bd. 4, S. 359
[5] Aynı yerde
[6] Aynı yerde: S. 355
[7] Aynı yerde: S. 362
[8] Rosa Luxemburg: Parteidisziplin, Werke, Bd. 4, S. 16
[9] Parti programında ayrıca şunlar yazar: »Özgürlük, sosyalist politikanın dayanma noktasıdır. Eşitlik bu politika için, temel özgürlük haklarından pay almanın kıstasıdır. Eşitliksiz özgürlük sömürüdür ve güçlülere aittir. Özgürlüksüz eşitlik ise ezilmektir. Özgürlük, eşitlik ve dayanışma, adaletin içeriğini oluştururlar. Adalet, sosyal grupların kendileri için aldıkları temel özgürlüklerin, herkesin özgürlüğü olmasını gerekli kılar. Özgürlük egoistce istemekle değil, dayanışmacı eylemle elde edilir. Biz, 1990 ve 1993’de üzerinde anlaştığımız sosyalist değerleri böyle tanımlıyoruz. Bu (değerleri) politikamıza temel alıyoruz.«
[10] http://sozialisten.de/partei/strukturen/agigs/kpf/dokumente/view_html? pp=1&n=0&bs=1&zid=31973
[11] Karl Marx: Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie, MEW, Bd. 1, S. 385
[12] Rosa Luxemburg: Was will der Spartakusbund, Werke, Bd. 4, S. 450
[13] Aynı yerde, S. 445
[14] Alm.: Klenner, S. 410, Türkçesi: http://www.unhchr.ch/udhr/lang/trk.htm
[15] Rosa Luxemburg: Eine Ehrenpflicht, Werke, Bd. 4, S. 406
[16] Elisabeth Hannover-Drück; Heinrich Hannover (Hrsg.): Der Mord an Rosa Luxemburg und Karl Liebknecht. Dokumentation eines politischen Verbrechens. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag 1979, S. 139
[17] Paul Levi: Karl Liebknecht und Rosa Luxemburg zum Gedächtnis. 2 Şubat 1919’da Berlin Öğretmenler Evi’nde düzenlenen törende yaptığı konuşma, S. 3
[18] Amnesty International

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.