Pop Up Window

Georg Fülberth
Çeviri: Murat Çakır

Sadece bir deli, on bilgenin sorabileceğinden fazla yanıt verir

1.) Kapitalizm aslında nedir?

Bu soruyu en kısa Marks yanıtladı: Kapitalizm = G-W-W’-G’.

Parayla (=G) bir meta (=W) alın. Aldığınızı sattığınız ve karşılığında öncekinden daha fazla para (=G’) alabildiyseniz, başlangıçta yatırdığınız paranın sermaye olduğu ortaya çıkar. Ancak burada metanın kendisinin değişimi de söz konusudur: ister başka bir metaya dönüşmesiyle, isterse de bir yerden başka bir yere nakledilmesiyle. Bu değişimin sonucunda aynı şey değildir; W, W’ olmuştur ve formülümüz şimdi (G-W-W’-G’)dür.

Bu formül kapitalizmi ortaya çıkaran ve ayakta tutan güçler hakkında az şey söyler. Robert L. Heilbronner (1919-2005) bu konuda bir öneride bulunuyor. Ona göre kapitalizm, piyasanın yönlendirdiği hakimiyettir. Kapitalizm öncesi çağlarda »güce«, »prestije« ve »hakimiyete « ulaşma gayreti ekonomi dışı şiddet aracılığı ile gerçekleşmekteydi, şimdi ise piyasanın yardımıyla.

Tarihçi Fernand Braudel’e (1902-1985) göre modern toplumların üç seviyesi vardır.

Birincisini »maddî yaşam« olarak tanımlar. Görünüşte buna metaların üretimi ve reprodüktif faaliyetler dahildir.

İkinci seviyesi piyasa ekonomisi, üçüncüsü ise –piyasa ekonomisinden farklı olarak- kapitalizmdir. Braudel için daha ticaret kapitalizmi (1500-1800) devresinde tam olgunlaşmış ve esasen bugüne kadar değişmemiş olan [kapitalizm] eşit olmayan değişim ve sömürü sistemidir. Braudel, kapitalist güç ilişkileri sayesinde deforme olduğuna inandığı piyasa ekonomisi taraftarıdır. Marks’tan farklı olarak kapitalizmin ekonomik bağlantısının [ökonomische Kohärenz] olmadığını söyler. Buna karşın kapitalizmsiz bir piyasa ekonomisinin olanaklı ve hedeflenmeye değer olduğunu savunur ve böylelikle, kökeni itibariyle aslen muhafazakâr bir tarihçi olarak, açıkca söylemeden kendi çağında demode bir sol pozisyon alır.

2.) Kapitalizm ne zaman ve nerede başlamıştır?

Sorudan, sadece bir ekonomi biçimi mi yoksa toplum sistemi mi anlaşıldığına bağlıdır.

Kapitalizm, G-W-W’-G’ hadisesi olarak antik çağda, feodalizmde ve hatta »Halk İktisatının Planlanma ve Yönetiminin Yeni Ekonomik Sistemi«nin DAC sosyalizminde dahi –yani kapitalist olmayan sistemlerde de var olmuştur. Orada kâr, bu biçimde çoğalan araçların yardımıyla yapılmıştır. Ortaçağda ve Yeniçağda Japonya’da, Hindistan’da, Çin’de ve İslam Dünyasında iktisat böyle işlemiştir. Ancak bu kapitalizmler, her defasında kapitalist olmayan toplumlardaki alt sistemler olmuşlardır.

Marks istisnaen »kapitalizm« kelimesini kullandığında, her zaman sadece bu iktisat tekniğini (»üretim tarzını«) kast eder, bir toplum sistemini değil. Ancak 1902’de Werner Sombart bütün toplumları »kapitalizm« olarak nitelendirmiştir.

Aradaki fark Marks’ın »Kapital«inin ilk cümlesinde okunabilir. Orada şunlar yazılıdır:

»Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği kendini ‘muazzam bir meta birikimi’, tek bir meta ise bunun birimi olarak gösterir.»

Burada ne görüyoruz? Yanıt: İçeriği olan bir toplum. Bu içerik, topluma ait olan, ama zorunlu olarak onunla özdeş olmayan »kapitalist üretim tarzı«dır. Bu üretim tarzı toplumun saf içeriği olarak sadece bir alt sistem olurdu. Biraz önce anılan alıntıda ise »egemen«dir. Ancak bu durumda toplumsal sistem olarak kapitalizmden bahsedebiliriz. Marks bu alıntıda kelimeyi (kapitalizm) sakınmıştır.

Demek ki »kapitalizm« ya kapitalist olmayan bir toplum içerisindeki bir üretim tarzı, yani alt sistem olabilir, ya da toplumsal sisteme dönüşebilir.

Kapitalizm alt sistem olarak çok eskidir; bütün bir toplum olarak ise yaklaşık 1500’den bu yana varlığını tanıyoruz. Tabii ki buradan, [kapitalizmin] yeniden sadece bir alt sistem olacağı, geleceğin kapitalist olmayan toplumunun tasavvur edilebilir ve belki de arzulanabilir olup olmayacağı sorusu çıkar.

3.) Kâr ve artırımı: nereden ve nereye kadar?

Kâr, merkezî bir kapitalist olgudur. Basit bir şekilde tarif edilebilir: gelirin, masraflar çıktıktan sonra arta kalanı.

Kârın nereden geldiği sorusunun yanıtlanması daha zordur.

Çocukken hepimiz çikolata satın aldığımız bakkalın, çikolatayı satın aldığı fiyatın üstüne zam koyarak, bunu cebine attığını, yani bir nevî dolandırıcı olduğunu düşünürdük.

Marks ne de olsa bu naif yaklaşımı »Kapital«inin ilk cildinde çürütme gereğini duyacak kadar ciddiye almıştır.

Bütünsel bir piyasa ekonomisinde her alıcı aynı zamanda bir satıcıdır. Kendi cebine attığı fazlalığı [Aufpreis], önceki müşterilerinden bir şey satın aldığında, mutlaka bir gün kendisi ödeyecektir: müşterilerinin kendi masraflarını. İşte ilk satıcının kârı bu gidere ödenecektir ve fazlalığı cebine atan akıllı, bu şekilde cebine attığını tekrar kaybedecektir.

Marks bu çürütme ile çok daha güçlü bir açıklaması olduğunu göstermek istiyordu: Artıdeğer. [Artıdeğer] ücrete bağımlılar tarafından, kendi reprodüksiyonları için gerekli olan ücreti yaratmalarından sonra, ücret ödenmeyen çalışma süresinde yaratılır. Bu, »Kapital«in birinci cildinde hemahenk bir biçimde açıklanmaktadır. Ancak burada metanın değeri sadece ‘Input’ ile, para olarak ifade edilen çalışma süresi üzerinden gösterilmektedir. Üçüncü bandda iş zorlaşır: şimdi bu Input (Değer), dışarıda metaların üzerindeki fiyatla nispetlendirilmek zorundadır. Marks, her ikisinin identitesini matematiksel olarak kusursuz ispatlamayı becerememiştir. Emek-Değeri sallanınca, Art-Değer sallanmaktadır.

Kârın oluşmasına yönelik soruya sınır randıman öğretisi [Grenznutzenlehre] çok daha az yanıt verebilmektedir. Bu öğretiye göre kâr, sadece talebin arzdan fazla olduğu durumlarda ortaya çıkar. Dengede olan bir iktisatta, kâr olamaz.

Bu noktada Joseph A. Schumpeter’i (1883-1950) dinleyelim: Eğer bir işveren –yeni bir ürün, yeni bir işlem, farklı pazarlama v.s. gibi- bir innovasyon sonucunda dengeyi bozarsa, işveren kârı olarak adlandırılan kazancı hak eder. Denge durumunda ise sadece faiz vardır. Schumpeter [faizin] nereden geleceğini açıklayamaz.

Bazıları tekellere dikkat çekecektir. Ancak tekeller sadece piyasaya giriş kısıtlaması üzerinden bir »Ekstra-Kâr« yapabilmektedirler. Bu da »normal«, yani tekelci olmayan kârın nereden geldiğini açıklayamaz.

Robert L. Heilbroner daha önce yukarıda anılan »The Nature and the Logic of Capitalism« adlı kitabında makul bir eklektizm [Eklektizismus] tavsiyesinde bulunuyor: yani, bütün anılan kâr kaynakları gerçekten de vardır. Hata, bunlardan sadece birisini yegâne kaynak olduğu açıklandığında yapılıyor.

Önce –birincisi- »dolandırıcı« zam (fazlalık) [Aufpreis] ile başlayalım. Marks onun saydam piyasalardaki evrensel değiştokuşta [Tausch] olanaksız olduğuna dikkat çekmiştir. Ama tam saydam piyasa nerede bulunabilir? Bu arada, bunun kural olduğunu ispatlayan eksik rekabet kuramları geliştirilmiştir. Demek ki egemenlik yapısı içerisinde olan ve intransparan piyasalarda zam (fazlalık) olanaklıdır.

İkincisi: Eğer Marks’ın artıdeğer kuramına, kârın sadece emeğe dayanmadığını, sermayenin kullanılmasına da dayandığı gerekçesiyle karşı çıkılırsa, emek olmaksızın bu kârdan kazanç [Profit] elde edilemeyeceği ve işgücünün reprodüksiyon masraflarının, ürünün fiyatından daha az olması durumunda gelirin yatırımdan daha yüksek olacağı yanıtı verilmelidir. Üçüncüsü: Sınır randıman öğretisi ne de olsa piyasanın dengede olmaması durumunda kazancın açıklanmasına katkıda bulunuyor. İstatistikî açıdan, bu kural durumdur [Regelfall].

Dördüncüsü: Yeni ürünlerin ve yöntemlerin özel kârlara neden olduğu (Schumpeter) aynı

beşincisi: tekel kârları gibi bir deneyim gerçeğidir.

Bu yüzden tek nedensel [monokausal] yerine, multifaktöryel bir kâr açıklaması yapılması doğru olur.

Ama her şeye rağmen bütün bu beş kâr biçiminin temellendiği son bir neden vardır: üretim ve sirkülasyon araçları ile meta üzerindeki özel mülkiyet.

Sömürü tanımı bu beş kâr oluşumunun ansambli ile birleştirilebilir: Mülkiyet sahibi olanlar, her zaman mülkiyet sahibi olmayanların üzerinde tasarruf edebilirler.

3.) Rosa Lüksemburg: Kapitalizm ile ilgili en büyük düşüncesi neydi?

Kapitalizm ile ilgilenen her kişi eninde sonunda kârın mı yoksa birikimin mi [kapitalizmin] karakteristiği olduğu sorusunu sormak zorunda kalacaktır. Rosa Lüksemburg bu soruyu çok açık ve isabetli bir biçimde yanıtlamıştır: birikim [Akkumulation].

Kârlar kapitalistler tarafından bütünüyle tüketime ayrılırsa, toplumun dinamiği kalmaz. Kazancın bir kısmı elde tutulur ve yeniden yatırıma yönlendirilirse, sürekli genişler ve hep daha yeni yaşam alanlarını ele geçirir.

Ve geriye ne kaldı?

Rosa Lüksemburg birikimi vurgulamakla öncelikle Marks tarafından geliştirilmiş pozisyonu sadece hatırlattı ve sivriltti. Birikimin sınırlarına yönelik soruyu güncelleştirmesi, asıl katkısıdır –her ne kadar bu soruyu yanlış yanıtlamış olsa da.

Bilindiği gibi düşüncesine göre kapitalizm en geç tüm dünya kapitalist olduğunda sona erecek. O bunu coğrafî yayılma olarak anlıyordu. Bunun için de iç piyasada şans görmüyor ve kendi sınırını çiziyordu. Bunu yaparken yurtiçindeki satın alma gücü sorusunu ortaya koymuş, ama daha sonra geriye çekmişti.

Rosa Lüksemburg düşünce oyunuyla, reel ücretlerin yükseltilerek (kazanç oranı ve ücret kotası değişmese de) iç piyasanın genişleme olanağına hayli yaklaşmıştı. »Neoklasik sentez« ile ehlileştirilen bir Keynesçiliği savunan Joan Robinson ile Michael Kalecki’nin neden [Rosa Lüksemburg’un] pozisyonuna ilgi gösterdikleri buradan açıklanabilir.

4.) Jeopolitika ve jeoekonomi: »Akümülasyon alanı« yeni kapitalizmin yeni anahtar tanımı mı?

Maalesef evet, hem de çift anlamda.

Birincisi: Marksistler akümülasyon alanına uzun bir süre boyunca salt tarihsel bir bakış biçimi lehine ehemmiyet vermemişlerdir. İnsan ile doğa arasındaki özümlenme her zaman bir alan içerisinde gerçekleşir. Buradan çıkarak –Rolf Czeskleba-Dupont’u takip ederek - Tarihsel Materyalizmi, Coğrafî-Tarihsel Materyalizm’e geliştirmek anlamlı olabilir.

İkincisi, akümülasyon alanı tanımı, günümüzde çok açık bir şekilde dünya çapında etki alanları ve kaynaklar üzerine mücadele yürütüldüğünden, yeni bir anahtar tanımdır. Bu bloke edilmiş bir gelişmenin: iç piyasaların ve olası bir enerji dönüm noktasının boş verilmesinin bir sonucudur.

5./6.) »Küresel« kapitalizm ne demektir ve »yeni« emperyalizm var mıdır?

İki soruyu birbirinden ayırmak gerekir. »Yeni emperyalizm« tanımını etki alanları üzerine yürütülen mücadele ile bağlantılı olarak kullanıp, kullanmamak bir tercih (zevk) meselesidir. Tanım, ya emperyalizmin yeni bir biçim aldığını ya da emperyalizmin bir ara kaybolup, yeniden ortaya çıktığını çağrıştırdığından, pek açık değildir.

Bana kalırsa »küresel kapitalizm« tanımı altında iki şey anlaşılmalıdır:

İlk olarak, Marks ve Engels’in 1847/48’de »Komünist Partisi Manisfestosu«nda tarif ettikleri gibi, kapitalizmin sürekli olarak mekân itibariyle genişlemesi.

İkinci olarak: daimî »yurt içi fethi« [Innere Landnahme]. Burkhart Lutz bu tanımı Rosa Lüksemburg’a dayanarak kullanmıştır. Tanımdan kast edilen, kapitalist toplumlar içerisinde de giderek daha yeni bölümlerin artıdeğer üretimine sokulması (“değere sokmak” E. Altvater) gerçeğidir.

Michael Krätke’nin her iki sürecin şimdiye kadar hep sınırlara ulaştığı ve bu nedenle daha henüz sonuçlanmadığına yönelik işareti ilginçtir. Bunun neden böyle olduğu sorusu araştırılmalıdır. Karl Polanyi, »toplumun« tümden kapitalistleştirilmeye karşı kendisini her zaman yeniden başarı ile savunduğu kanısındadır. Bu savunu gerici bir biçimde, özgürlüğü ve eşitliği menfileştirerek de gerçekleşebilir. Ancak Polanyi soruna optimistce bakıyordu: ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve kapitalizmin yok edici genişlemesinden parayı, işgücünü ve doğayı çekmeye başlayan »büyük transformasyon«dan [Great Transformation] bahseder.

7.) Neoliberal kapitalizm nedir?

Herhalde, neoliberal bir kapitalizmin var olduğunu varsaymamızla yanılmaktayız. Neoliberalizm öncelikle bir toplumsal durum değil, otuzlu yılların ortasından bu yana önüne »Great Transformation«u, yani kapitalizmin artan regülizasyonunu tadil etme hedefini koyan bir politik harekettir. Aynı zamanda, bu hareketin üyelerinin (provokasyon amacıyla »Ben bir neoliberalim« diyen FDPli politikacı Rainer Brüderle bir istisnadır) kendilerine takılmasını istemedikleri, ama karşıtlarının hareketi tanımlamak için kullandıkları mücadece tabiridir. Aslına bakılırsa tanım, sadece öyle ya da böyle sola ait olduğuna inananlar tarafından kullanılan bir iç dil olduğundan, çözüme yönelik değildir.

Eğer bir toplumsal durumu tanımlamak için »neoliberalizm« tabiri kullanılacaksa, hemen ardından bu tabirin yerine hadise unsurlarının somut ifadelerini koymak gerekir. Örneğin:

1. Gelir, şirketler, sermaye kârları ve varlık vergileri ile devlet giderlerinin azaltılması,

2. kamusal mülkiyetin özelleştirilmesi,

3. iş ilişkilerinin düzensizleştirilmesi (deregülizasyonu),

4. sosyal giderlerin kısıtlanması, en azından sosyal güvenlik işleyişinin devlet tarafından garanti edilen ve örgütlenmesi parite olan taşıyıcılarından kısmen özel finans kurumlarına aktarılması,

5. devletin yatırım ve yönlendirme faaliyetlerinin geriye çekilerek, yerine (uluslar arası malî) piyasaların »bırakınız yapsınlarının« [laisser faire] konulması,

6. nakdî kıymetin önceliği [Priorität der Geldwertstabilität].

7. 1986’da Londra Borsası’nda meydana gelen »Big Bang«den bu yana borsalarda, sermaye trafiği önünde bulunan sayısız yasal yaptırımların ortadan kaldırılması ve sermaye trafiğinin tekniksel hızlandırılması.

Bunlara göz atıldığında, sorunun sadece bir realite değil, aynı zamanda program olduğu görülür.

Kim milyarder olur?

Şakayla karışık: Yatırım danışmanınıza sorunuz.

Ciddî yanıt: Soru tersine döndürülebilir ve bir kaç soruya bölünebilir. Şöyle:

Milyarderlerin elindeki milyarlar nasıl geriye alınabilir veya milyarderler, bu milyarları olumlu kullanmaya veya en azınan zararsız hale getirmeye nasıl zorlanabilirler? Ve: bunu »kim« yapacak?

Ve kim köstebek?

Şakayla karışık: Zooloğunuza sorunuz.

Ciddî yanıt: Hegel’in kullandığı ve Marks ile Rosa Lüksemburg’un alıntı yaptığı köstebek mecazı ondokuzuncu yüzyıl anlayışıdır: toprak altında ilerleyen bir subje tasavvuru. Bu kavramdan »devrim« anlaşılıyor ise, Hegel’in »ruh«u ile aynı şeyifade edilmektedir. Belirli bir sınıf anlaşılacaksa, tarih bize şunu öğretir: köleler, aynı köylülerin feodal toplumu alaşağı etmedikleri gibi, köleci toplumu alaşağı etmemişlerdir. İşçi sınıfı –kendisini böyle tanımlamama izin verirse eğer- tarihsel felsefî projeksiyonlar için değil, kendisi için uğraşmalıdır. [Köstebek] illâ olacaksa eğer, o zaman günün birinde kendi kendisinin altını oyacak ve tanımadığımız bir subjenin gün yüzüne çıkmasına neden olacak köstebek, kapitalizmin kendisi olabilir.

Ve tarihin sonu: Ne zaman büyük »kargaşa« meydana gelecek ve kapitalizm sona erecek?

Büyük kargaşa lafları erkek fantazileri üzerine kuruludur. Rosa Lüksemburg’da bundan kurtulamamıştı. Tam aksine, o bir yıkılış kuramcısıydı: kapitalizm tüm dünyada gerçekleşince, zorunlu olarak sona erecekti. Ancak bu en geç olanaklı zaman olup, daha önce başlayacak ve proletaryanın çileli yolunu kısaltacak devrimi meşru kılacaktı. Lüksemburg bu şekilde kapitalizmin sonu üzerine var olan iki kuramdan birisine karar kıldı. Bu kuramlar şunlardı: Yıkılış kuramı ve transformasyon kuramı.

Birincisi Marks’a dayanmamaktadır. Kapitalist akümülasyonun genel yasası (»Kapital«in birinci cildi) ve kâr oranının tandansiyel düşüşü (üçüncü cilt): her ikisi için olası aksi tesirleri belirtmekte ve güçleri ile ilgili olan soruyu açık bırakmaktadır.

[Marks] buna karşın transformasyon yaklaşımını daha anlaşılır bir biçimde göstermiştir:

»İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddî varlık koşulları, eski toplumun bağrında yeşermeden, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddî koşulların mevcut olduğu veya en azından kendi oluşum süreci içinde bulunduğu yerlerde ortaya çıkar.«

Marks burada zımnen eski bir devrimi, 1688 İngiliz Devrimi’ni hatırlatıyor. O dönemler Büyük Britanya’da tam olarak olgunlaşmış, sadece atılması gereken feodal ve yarı absolütistik örtü altında ziraat, ticaret ve sömürge kapitalizmi mevcuttu. Yeni toplum, eskisinin içinde vardı. Marks kendi çağı olan 19.Yüzyıl’da benzer tandansları gördüğü kanısındaydı: devlet 1847’deki on saatlik çalışma günü yasasıyla, çalışma süresini düzenlemişti. Avam Kamarası’nda tek bir işçinin dahi bulunmamasına rağmen, Marks burada işçi sınıfının ekonomi politiğinin, burjuvazinin ekonomi politiği üzerinde zafer kazandığını görmekteydi. Kooperatifleşme hareketini ise daha önemli olarak görüyordu. Ona göre yeni toplum böylelikle eskinin içinde oluşmaktaydı.

Kırkbeş yıl sonrasında Rudolf Hilferding bu düşünceyi yeniden ele alarak, bankaların ve sanyinin oligopolleşmesinin, karşılıklı içiçe geçme ile oluşan malî sermayenin, kapitalizm içi sosyalizasyonun bir biçimi ve böylece sosyalizmin önkoşulu olduğunu yazdı. Lenin, emperyalizm yazısında bu düşüncelere dayanmıştır.

Gene, aynı Marks’ta olduğu gibi, perspektif dardı. Sonradan kapitalizm içi sosyalizasyon süreçlerinin geriye döndürülebilir oldukları ortaya çıktı.

Böylelikle Marks’ın transformasyon yaklaşımı “eğer olursa-o zaman olur-kuralına” dönüşür.

Çekirge kapitalizmi üzerine dert yanmak yerine, yaprak biti sosyalizmi üzerine düşünce geliştirmek daha iyi olur. Bununla anlatılmak istenilen nedir?

1989’da Jan Priewe şu düşünceyi geliştirdi:

Feodalizmde toprak sahipleri egemen sınıftı. Bugünde hâlâ toprak mülkiyeti mevcut. Ancak kapitalizmde egemenliğin temelini oluşturmamakta. Bu işlevi sermaye görüyor: kapitalistler egemen sınıftır.

Belki de, içerisinde kapitalistlerin olduğu, ama egemen sınıfı oluşturmadıkları bir gelecek toplumu düşünülebilir. [Bu yaklaşıma göre kapitalistler] artıdeğeri elde edebilirler ve etmelidirler de hatta. Ancak bunu nasıl yapacakları ve nerede kullanacakları konusunda son karar hakkına sahip olmayacaklardır.

İşte bu yaklaşım, büyük kargaşa hakkında daha somut olan ve kapitalizmden sonra daha iyi bir sistemin gelip gelmeyeceği belli olmayan bir tasavvurdur.

Zoolojik mecazda:

Bilindiği gibi yaprak bitleri yapraklardan, vücutlarında değişime uğrattıktan sonra attıkları maddeleri alırlar. Karıncalar da bu şekerli artıkları beslenmelerinde kullanırlar.

Kapitalistler yaprak bitleridir. Karıncalar da toplum.

Ama hâlen iki soru açıktır:

Birincisi: Burada (kapitalistlerin yanısıra) bir sınıf unutulmuştur. Hangisi?

İkincisi: Yapraklar kimdir?

3 - 4 Mart 2006 tarihlerinde Berlin'de düzenlenen Uluslararası Rosa Lüksemburg Konferansı'nda sunulmuştur.

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.