1. Gündelik Yaşam, Protesto ve Demoskopi
Her defasında sol ve sağ gibi terimlerin modası geçtiği iddia edilse de, bir çok insan bu terimlerden kendince bir şeyler anlamaktadır. Bir ankette »0 (sol) ve 10 (sağ) arasında olan bir cetveldeki politik yerinizi gösterebilir misiniz?« sorusuna sadece on kişiden birisi »bilmiyorum« yanıtını vermektedir.
Tanıdıklar arasında, aile içinde veya işyerinde yapılacak spontane bir anketle herkes, sol nedir (veya günümüzde sol olan nedir?) sorusuna farklı yanıtlar verildiğini tespit edebilir. Bir çok kişi solun: »solcular«, »Sol Parti«, »sol politika«, »sol düşünceler«, belki sendikalar veya attac olduğu yanıtını vermektedir. Bazıları ise yanıtlarına »aslında« ekini koymaktadır: İşte sol bugün şöyledir, ama aslında sol şu ve bu olmalıdır gibi. Ve bazıları da politikayı hiç düşünmeden insanları, yaşama ve kendi kendilerine bakışlarını tanımlamaktadırlar: »sol, Dreadlock tipi, gogo içen, askerî tip saç kesimi olmayan ve rahat insandır«. Veya solu tanımlarken Che Guevara veya Rudi Dutschke’nin isimleri anılmaktadır.
Doksanlı yılların ortalarında üniversite öğrencileri arasında yapılan bir anketin sonuçları şöyleydi:
»Sol: sosyaldir (sol şıkkını belirtenlerin yüzde 19’u), ekolojiktir (%11), SPD’dir (%9), sosyalisttir (%9), komünisttir (%9), kozmopolittir (%8), liberal ve bireyseldir (%8), Yeşiller’dir (%7), ilericidir (%5), sendikaya yakındır (%5).
Sağ: muhafazakârdır (sağ şıkkını belirtenlerin yüzde 24’ü), varlık sahiplerinin temsilciliğidir (%11), milliyetçidir (%10), CDU/CSU’dur (%9), aşırı sağdır (%7), gelenekselcidir (%7), REP’lidir (%6), yabancı düşmanıdır (%5), güç sahibi olmak isteyendir (%5), katılıktır (%4).« (Kaynak: Alex Demirovic, http://staff-www.uni-marburg.de/~~rillingr)
Bu yanıtlarda »sol«un ne olduğu konusunda üç farklı bakış açısı söz konusudur. Birincisi, kendisini örgütler ve kişiler ile tanımlayan tarihsel güç olarak »sol«. İkincisi, sol ya da sağ olarak tanımlanabilecek içeriksel pozisyonlar. Üçüncüsü de, sol ya da sağ olarak algıladığımız tavırlar ile kültürel ve sosyal davranış biçimleri. »Sol«un belirli bir zaman dilimi içerisinde savunduğu bazı şeyler her kişiye sol gelmeyebilir veya tarihsel açıdan sürekli sol görünmeyebilir. Ve politik ve kültürel alan, politik örgütler ve gündelik yaşamdaki eylem arasında her zaman belirli bir gerginlik vardır.
2004 yılının Anti-Hartz-IV yürüyüşleri Soldan ve sağdan
2004 Haziran’ının sonuna doğru uzun yıllardan beri işsiz olan Andreas Erholdt Magdeburg’da bir Pazartesi Yürüyüşü çağrısı yazmış ve çevresine dağıtmıştı. İlk yürüyüşe yaklaşık 600 kişi katıldı, ikinci yürüyüşe ise 6000. Üçüncü haftada katılımcı sayısı 15000’i aştı. 2004 Eylül’ünde ikiyüzden fazla kentte yüzbinlerce insan sokaklara döküldü.
Bu yürüyüşlerin en önemli özelliği, gelişmelerden dolaysız etkilenenler tarafından örgütlenmesidir. Partilerin ve sendikaların değil, yurttaşların kendi kendine daha sonra örgütsel sol güçlerin lojistik desteğiyle- örgütledikleri yürüyüşler olmasıdır.
Aynı 1989’da olduğu gibi yürüyüşçüler afiş ve pankartlarını kendileri hazırlamış ve kafiyeli sloganlarla süslemişlerdi. 2004 yazı ve sonbaharındaki yürüyüşler Hartz-IV reformları ile, özellikle yaşlı işçiler için söz konusu olan sosyal soygunu protesto ediyor, devletin yaşamları ve kaderleri üzerinde tasarrufta bulunarak, toplumun sosyal merkezinden dışlanmalarına karşı çıkıyorlardı. Yürüyüşçüler, onurlarının zedelendiği kanısındaydılar.
Halkın bu protestosuna Almanya’da örgütlü sağ da reaksiyon gösterdi. »Almanlar için sosyal adalet. Hartz IV kaldırılsın! Asosyal sistem yıkılsın!« gibi sloganlarla yürüyüşçüleri sistematik bir biçimde kullanmaya çalıştılar. Sol ile aralarındaki fark, genelde aynı olan istemlerin milliyetçi, ırkçı ve antidemokratik bir şekilde gerekçelendirilmeleriydi. Ayrıca sağcılar, Almanya sınırlarının kapatılmasını ve ülkede yaşayan, ama suçlu olarak tanımladıkları yabancıların yurtdışı edilmelerini talep ediyorlardı.
Neoliberal küreselleşme eleştirisi milliyetçi ve yabancı düşmanı bir dokuya bürünüyordu. Hatta ünlü Opel direnişi esnasında fabrika kapısına »Küreselleşme Alman işyerlerini yok ediyor Opel’deki iş mücadelesi ile ulusal dayanışma« yazılı bir pankart asılabilmişti.
Hartz yasalarına yönelik eleştiriler, mültecilerin karalanması ve »Alman vergileri sadece Almanlar için harcanmalıdır« parolasıyla bağlantılı hale getirildi. Alman Kayseri II. Wilhelm’in Birinci Dünya Savaşı başladığında yaptığı ünlü konuşmaya atıfta bulunularak »Artık hiç bir partiyi tanımıyor, sadece Almanları tanıyoruz Hartz IV geri alınsın!« pankartı kullanıldı.
Böylesi bir durumda sol açısından kendi pozisyonunun tanınabilir olmasının yaşamsal önemi vardır. Bir taraftan neoliberaller yasal düzenlemelerin [Regulierung] gerekli olduğunu öne süren her talebi ve neoliberal küreselleşmeye yönelik her eleştiriyi milliyetçi, gerici ve aşırı sağcı diye tanımlayarak karalamaya çalışırken, toplumsal hareketlerin ve solun, toplumun zayıf kesimleri ile dayanışma içerisine girip, kendileri ile sağ arasına kesin bir sınır çekme yükümlülükleri vardır. Özellikle toplumsal hareketlerde sağa açılma neredeyse kendiliğinden gelebildiği için, bu çok daha büyük önem kazanmaktadır.
Demoskopide sol ve sağ
Demoskopi sol ile sağı önceden semptomatik olarak sol ve sağ olarak nitelendirilen pozisyonlar ile ölçmektedir. Demoskopide sol olarak nitelendirilen üç temel pozisyon söz konusudur: sosyal devlete yönelik olumlu bir bakış açısı, dolaysız ve »daha fazla« demokrasi talebi ve milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını ve nasyonalsosyalizmi kesin reddediş.
Buradan hareketle solun, sağdan farklı olan üç boyutu çıkartılabilir: (1) Piyasa özgürlüğü talebine karşı sosyal devlete destek çıkmak, (2) »güçlü lider« beklentisine karşı daha fazla demokratikleşmeyi savunmak ve (3) farklı yaşam seçimlerine ve yabancıya karşı açık olmak. Toplumsal koşulların değiştirilmesine yönelik olan beklenti bu üç vasıfla sıkı bir bağlantı içerisindedir. Bir solcu, iplerini koparmış piyasaların, halktan kopan politik yapılanmaların ve yabancıların dışlanmasının getirdiği kötülüklere bilinçli bir biçimde karşı çıkar ve başkalarından da örneğin devletten, partilerden v.s.- aynı karşı çıkışı bekler, talep eder.
Pozisyonlar alanı bu üç boyutla tanımlanabileceğinden, birbirleri ile karışan farklı sol vasıflara göre, farklı sol tiplerinin de gözlemlenebileceği açıktır.
Demoskopinin bu modeli takip edilirse, »tek« bir sol olmadığı, aksine öyle ya da böyle sol olarak nitelendirilebilecek farklı pozisyonlar olduğu sonucu çıkar. Buna göre dar anlamda »ideal« sol, sosyal şekillendirme, demokratikleştirme ve açıklığın ortaklığı ile kendini belirler.
Bu akislerden sadece birisine yoğunlaşmış ve solun diğer boyutlarını dikkate almayan, hatta reddeden bir yaklaşım kolayca sağa kayar. Otoriter ve farklı olana veya yabancıya sınır çizen yaklaşımlarla bağlantılı olan sosyal düzenleme talebi sol değil, aksine sağcı-milliyetçidir. Aynısı, ne sosyal düzenleme ne de demokratikleşme ile bağlantılı olan ve bunun sonucunda neoliberal cepheye yerleşen açıklık vurgusu için de geçerlidir. Enternasyonalist olduğunu söyleyen bir sosyal otoritarizm, kolayca özgürlük haklarını sürekli baskı altına alan bir sol diktatörlük pozisyonuna geçebilir. Bu nedenle sağ düşünüp, sol partileri seçenlerin oranının Almanya’da yüzde 8 ila 10 arasında olması doğal bir gelişmedir.
Demoskopide ilgili yaklaşımların empirik kaydı için dereceleri olan sorular formüle edilmektedir. Örneğin ankete katılanlara üzerinde 1’den (çok açık sol) 10’a (çok açık sağ) kadar derecelendirilmiş bir cetvelde, kendilerini derecelendirmeleri ve aşağıdaki hedefleri önemlerine göre sıralandırmaları istenir: ülkede düzen ve asayişin sağlanması; yurttaşların hükümetin kararlarına katılımı; artan fiyatlarla mücadele; düşünce özgürlüğünün korunması; Alman iktisatının rekabet yetisinin artırılması; çevrenin korunması; nizam ve güvenlik.
Sorulara verilen yanıtlar sosyal sınıf, yaş grubu, cinsiyet, eğitim durumu, meslek grubu, işçilik, ikâmet edilen yer v.s. gibi aidiyetlerle bağlantılı hale getirilince, toplumun sosyal ve politik kartografisi ortaya çıkar.
2. Sol ve sağ tarihsel ve analitik bir ayrıştırma
Kısa bir ön hikâye
Karşıt politik cephelerin »sol« ve »sağ« olarak nitelendirilmesi Büyük Fransız Devrimi (1789-1791) döneminde ortaya çıkmıştır. 1791’de seçilen ikinci Ulusal Meclis’te, devrimin ilk devresinin burjuvaî sonuçlarından hoşnut olanlar ve parlamento tarafından kontrol edilen bir monarşi taraftarları, parlamento başkanının sağındaki »onurlu« koltuklarda yer almışlardı. Devrimi sürdürmek isteyen ve daha geniş demokratik ve sosyal hedefleri olanlar ise bilinçli bir biçimde solda yer almışlardı.
Sağ ve sol başlangıçtan itibaren mülkiyet ve iktidar sorunu üzerine yoğunlaşmışlardı: özgürlük, mülkiyet ve politik iktidar sadece bir azınlığın imtiyazı mı, yoksa herkesin mi hakkı olmalıydı? Mülkiyet sahibi olanların diktatörlüğü mü, yoksa herkesin demokratik katılımı [Partizipation], acımasız bir rekabet toplumu mu, yoksa ortak sorumluluk ve dayanışma toplumu mu gerçekleşmeliydi? Daha sonraları Robespierre burjuva anayasası hakkında sol adına şunları söyleyecekti: »Sizler, mülkiyetin idaresine en fazla özgürlüğü garanti etmek için madde sayısını artırdınız ve (mülkiyetin) yasal vasıflarını tanımlamak için tek bir kelime dahi söylemediniz ve böylelikle açıklamanızın insanlar için değil, zenginler, doymazlar, spekülatörler ve despotlar için yapıldığını gösterdiniz.«
Ortaya uzun yürüyüş
1791’deki koltuk dağılımı uzun süren bir gelenek haline geldi. Yeşiller ilk kez Federal Parlamento’ya seçildiklerinde, solda değil, SPD ve CDU/CSU’nun arasında oturmayı yeğlediler. Bugün ise FDP tam sağda, Sol Parti.PDS ise tam soldaki koltuklarda oturmaktadırlar.
Bu böyle, ama sol nerede başlar? Eşitlikçi-dayanışmacı ve otoriter-hiyerarşik sosyal stratejileri şempanzeler dahi tanımaktadırlar. Dominant alfa-erkeğini alaşağı etmek isteyen genç şempanzeler işbirliğine girmekte ve beraberce onu alt edebilmektedirler.
Biraz önce anılan sol ve sağ arasındaki üç boyut tarih boyunca imtiyazlı azınlığın karar yetkisine karşın çoğunluğun kararlara katılma talebi; güçlü ve zenginlerin »aşağıya« karşı sosyal yükümlülük altına alınmaları talebi ve toplumsal farklılığın izin verilen derecesi veya farklı grupların kültürel temsilciliği ile bağlı ihtilaflar biçiminde hep var olmuştur. Ancak eski dönemlerde bu boyutlar, nadiren toplum içerisinde sol cepheyi oluşturacak tohuma dönüşebilmişlerdir. Otoriter düzen modellerini hedefleyen ve azınlıklara ayırımcılık ile şiddet uygulayan sosyal başkaldırı hareketleri ile »çoğunluğun« sosyal hakları ile hiç ilgilenmeyen azınlık kurtuluş hareketleri bunun tipik örnekleridir.
İstisnalar modern çağ öncesi solun tarihinde mevcuttur. M.Ö. 73 yılındaki ünlü Spartaküs Ayaklanması gibi her üç boyutta ilerici bir program geliştiren, antik çağın köleler ve köylü ayaklanmaları bunlardandır. İmparatorluk öncesi Roma’daki Graccheler Partisi, toprak reformu ile ilgili taleplerini, Romalı olmayanlara da yurttaşlık hakları verilmesi ve politik demokratikleşme talepleriyle bağlantılı hale getirmiştir. 1525’deki Alman Köylü Savaşı’nda ayaklanmacı köylüler bir nevî anayasa [»12 Madde«] hazırlayarak, hem köyler ve köylüler için sosyal ve kolektif haklar, hem de din özgürlüğü ile bireysel özgürlükler talep etmişlerdir.
Modern solun tarihi, Avrupaî veya Batılı bir fenomen değildir. Hiyerarşi karşıtı sosyal stratejiler ve sosyal hareketler, Afrika ve (Avrupa öncesi) Amerikan tarihinin bütünsel parçalarıdır.
Solun ve sol düşüncelerin tarihi, ezilen sınıfların, toplumsal bölünmelerin yol açtığı sosyal provakasyonlara ve »yasadışıların« -ulusal ve uluslar arası- sosyal deneylerinin getirdiği deneyimlerle gelişmiştir. Solun enternasyonalizmi, transnasyonal karışımlar ile deneyim alışverişi hareketlerinin sol için ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Jamaikalı kaçak kölelerin hareketi olan »Maroons« aynı kızılderili »Five Nations«un demokrasi tasavvurları gibi, Amerikan devriminin demokratik-cumhuriyetçi mirasına önemli katkılarda bulunmuştur. Demokratik kurumları ve açık toplum tarihine olan sol katkı arasında, 17. ve 18. Yüzyıl’da Kuzey Afrika’dan, Endonezya’ya kadar var olan »Korsan Devletleri« gibi tuhaf oluşumlarda yer almaktadır.
Devrim ve insan hakları
Sol ve sağ arasındaki karşıolumun [Gegensatz] bugünkü biçimi, 18.Yüzyıl’ın Amerikan ve Fransız devrimleri ile belirleyici şeklini alan büyük çağ deviniminin sonucudur. Aydınlanma, merkezî devletin ortaya çıkma süreci, zümre toplumlarının sınıf toplumuna dönüşmesi ile kitlesel seferberliği gerekli kılan savaş yönetimleri süreçlerinden, modern olarak tanımlanan toplumlar ortaya çıktı. Ve yeni kapitalizmin bu modern toplumlarının sefaleti, sömürü ve baskısından hareketle, sömürülenlerin, dışlananların ve ezilenlerin hakları yeni bir biçimde her bireyin dayanışma içerisinde otonom [selbstbestimmt] yaşamaya yönelik evrensel talebi, insan hakları olarak ifade edilmeye başlandı.
Ancak modern toplum sol ve sağı, kendi kendini tanımlayan evrensel programlar olarak tanımıştır. Fransız Devrimi’nin sol talepleri »özgürlük, eşitlik, kardeşlik« karşı devrime neden olmuş ve sağın (»muhafazakârlık«) »düzen, doğal eşitsizlik ve gelenek« bayrağı altında bilinçli oluşumuna yol açmıştır. 1776 (ABD) ve 1789’daki (Fransa) iki büyük devrimde, giderek daha fazla sosyal grubun, hareketin ve yurttaşların toplumlarından beklediği bir kıstas konmuştur: özgürlük, eşitlik ve dayanışma ile giderek daha geniş bir şekilde uygulanılması istenilen insan hakları kıstası. Böylelikle aşağının başkaldırısı evrensel devrime dönüşmüştür.
1762’de Jean-Jaques Rousseau’nun, eski Avrupa’nın güçleri tarafından koğuşturulmasına neden olan yazısı »Toplum Sözleşmesi« yayımlandı. Yazının birinci bölümü şu ünlü sözlerle başlamaktadır: »İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur.«
Sadece 14 yıl sonrasında »Virginia’nın iyi halkının« özgür yurttaşları »Bill of Rights«ı beyan ettiler: »Madde 1. Bütün insanlar doğal olarak özgür ve bağımsızdırlar ve doğuştan, hiç bir antlaşma ile ellerinden alınamayacak haklara sahiptirler, ki bu haklar yaşama ve özgürlük hakları ile mülkiyete sahip olma olanağı ile mutluluk ile güvenliği hedefleme ve bunlara ulaşma olanağıdır. Madde 2. Bütün güç halktan gelir ve halka aittir. Memurlar halkın yeddieminleri ve hizmetkârlarıdır ve halka karşı sorumludurlar.« Radikal halk hareketlerinin baskısıyla bu haklar ABD Anayasası’nın unsuru oldular. Ancak bu hakların ABD’de en azından formel olarak kadın ve erkeklere, beyaz ve siyahlara aynı şekilde geçerlilik kazanması için ikiyüz yılın geçmesi gerekecekti.
Fransız Devrimi’nden bu yana sol pozisyonların önemli bir vasfı, salt insan haklarının basitce beyan edilmesinin altını çizmekle yeterli olunamayacağıdır. Sadece imtiyazlı sınıfların değil, herkesin bu haklardan faydalanabilmesi için sosyal koşulların yaratılması gereklidir. İnsan haklarından faydalanabilmek tek bir bireyin becerisine ve sorumluluğuna değil, toplumun bütününün sorumluluğuna dayanır.
Sömürü ve baskı altında olduklarını gören ve başka mülkiyet ve iktidar yapılanmalarını isteyen toplumsal grupların talepleri, genel bir emansipasyona dönüştürülmelidir. Ama kendiliğinden olan doğal bir şey değildir.
Karl Marks emansipatif politikanın çıkış noktası olarak »insanın aşağılanan, esirleştirilen, yalnız bırakılan bir varlık olmasına neden olan bütün koşulları alaşağı edilmesine yönelik kategorik emri [Imperative]« formüle etti. Bu formülasyonla, sol için hâlâ geçerli olan toplumsal değişim ölçüsü belirlenmiştir. Belirli bir sömürü ve baskı altında olan bir grubun, katmanın veya sınıfın kurtuluşu herkesin kurtuluşu olacaktı. Bu şekilde sınıf nefretine ve daha önceki sömürücülerin fiziksel yok edilişlerine, ırk nefretine ve soy kırıma, yeni diktatörlüklerin veya despotlukların kurulmasına ve yeni sömürü sistemlerinin yaratılmasına kesin bir sınır çizilmiştir. Sol kendisini, sadece koşulları değiştirmekle ve intikam almakla değil, insanların hakları ile ölçülen daha iyi bir toplum için uğraş verme kararı ile kurmaktadır. Bunu yaparken, mülkiyet şekillerinin insanların haklarının bütünsel gerçekleşmesine hizmet etmesi talebi, solun en öz taleplerindendir.
19. ve 20.Yüzyıl’ın büyük toplumsal hareketleri bu nedenle somut taleplerini, giderek daha genişletilen politik, sosyal ve kültürel hakların evrensel geçerliliği ile bağlantılı hale getirmişlerdir. Çünkü böylece, birincisi, »burjuva toplumlarının« ufku içerisinde ezilen, sömürülen ve marjinalleştirilen güçlerin istemleri genel geçerli haklar olarak formüle edilebilmekte; ikincisi, hukuksal düşünceden vazgeçmeden, hukukun mülkiyet sahibi yurttaşa bağlılığının mülkiyetten bağımsız olarak, tek tek her bireyin lehine aşılması olanaklı olmakta ve üçüncüsü, kolektif talepler aynı zamanda bireysel haklar olarak anlaşılmaktaydı. Maalesef aynı süre içerisinde, sosyal hedeflerini parti diktatörlükleri oluşturarak, merkezî idare iktisatı ve farklı düşünenlerin koğuşturulmaya uğratılması ile gerçekleştirmek isteyen sol hareketler de güçlenmiştir.
Bireysel talepler ve hak istemleri her zaman bir sosyal bağlantıdadır. Herkes kendi alanında ya da çalıştığı yerde mutlaka tanık olmuştur: bir grubun merkezî sosyal çatışması dikkate alınmadan sol olunamaz. Bir grubun merkezî toplumsal bölünmüşlüğü dikkate alınmadan sol pozisyonlar savunulamaz. Bu nedenle solun her zaman bir sosyal bakış açısına ihtiyacı olmuştur. Sol tavrın hep bir »alttan« bakışa, toplumsal bağa ihtiyacı vardır. Sol, bütün toplumsal ihtilafları, sınıf bölünmesi ışığı altında ezilenler ve sömürülenler açısından ne anlama geldiği yaklaşımıyla sorgulamalıdır. Sol, formel hakları değil, maddî yaşamın gerçeklerini hedeflemelidir. Sol, iktidar ve mülkiyet sorularını görmezden gelmemelidir, çünkü aksi durumda gerçek koşulların gerçek değişimini sağlayamaz.
İnsan hakları statik değildir. İşçi hareketleri, kadın hareketleri, antiırkçı ve sömürgecilik karşıtı hareketler, pasaportsuzların veya eşcinsellerin hareketleri ve diğer bir çok hareket sadece temel insan hakları talebinde bulunmamaktadırlar. Onlar bu hakları genişletmekte, yorumlamakta, somutlamakta ve değiştirmektedirler. Bu haklar kıstas alınırsa, bu hakların genel geçerlilik kazanmalarını engelleyen hiç bir mülkiyet düzeninin, hiç bir politik rejimin, hiç bir dinî örgüt veya dünya sisteminin meşruiyeti kalmaz. İnsan hakları talebi, ancak bunların sömürü, baskı ve dışlama ilişkilerinin aşılmasına yönelik somut sosyal taleplerle bağlanmaları durumunda kurtarıcı karaktere sahip olurlar. 20.Yüzyıl’ın deneyimleri bu bağlantının kurulmasının pek doğal olmadığını göstermiştir.
3. Solun alanı
Günümüzde solun ne olduğuna dair pozisyonlar sadece gündelik yaşamda, politika ve demoskopide olağanüstü farklı değildir. Bu pozisyonlar aynı zamanda kültürel ve sosyal bağlantıda, gelenek ve beklentilere bağlı olarak farklılaşmaktadırlar. Bilimsel yayınlarda çok çeşitli anlamsal yaklaşımlar mevcuttur.
Eğer solun heterojenliği içerisinde geniş bir tanımlama yapılacaksa, İspanyol Elias Diaz’ın belirttiklerini takip etmek gerekir. Ona göre sol kimliğin işaretleri şu yaklaşımlardır:
»Sermaye yerine emeğe dayanan, dağılım ve makul denkleştirme politikasını kabullenme;
özel ve bireysel olana karşı kamusal ve genel olan her şeyin yapılanmasına daha fazla önem verilmesi;
rekabet ve ihtilaf değerlerine karşı işbirliğinin değerlerine daha fazla ağırlık verilmesi; yeni toplumsal hareketlere ve onların pasifist, ekolojik ve feminist taleplerine daha fazla dikkat gösterilmesi;
öncelikle toplumun sınırlarındakiler, yaşlılar, çocuklar vb. başta olmak üzere, herkes için insan haklarının gerçekleştirilmesi kaygısıyla hareket edilmesi;
sağlık, eğitim, konut gibi temel ihtiyaçların karşılanmasının öncelikli olması için ısrar etmek;
yoksul, bağımlı, gelişmemiş olan bölgelerle enternasyonalist dayanışmacı anlayışı gösterme;
salt demokratik çoğunluk kararları için değil, eleştirisel bir ahlâkı geliştirmek ve otoriter argümantasyonlar ile dinsel kurumların dogmalarıyla gerçekleştirilemeyecek dönüşümü gerçekleştirmek için özgür irade ve rasyonel tartışmanın otonomisi.«
Bir tartışma önerisi
Tüm bunlar solcu ya da sol olanın alanına girmektedir. Ama bu alan nasıl yapılanmıştır? Mutlaka yegâneleştirilen bir yönetmelikle belirlenemez, ama diğer yandan birbirleriyle açık bağlantıda olmayan tek tek istemlerden mi oluşmaktadır?
Büyük Fransız Devrimi’nin hedefleri takip edilirse, solun, toplumun bilinçli bir şekilde değiştirilebileceği inancı ile bağlantılı olarak üç temel değerle, yani özgürlük, eşitlik, dayanışma ile tanımlanıp tanımlanamayacağı sorusu sorulmalıdır.
Sol sadece eşitliği hedeflemesiyle değil, hep bu eşitliğin ister bir diktatörlük, isterse de merkezî idare iktisatı üzerinden- daha fazla özgürlüğe yol açacağı varsayımıyla da farklıydı. Ama buna rağmen, ki burada sağ yaklaşımlara olan dolaysız karşıolum ortaya çıkar, sol dayanışmayı her zaman bir araç olarak değil, tek başına bir amaç, bir hedef olarak algılamıştır. İnsanların birlikte yaşamasının ulaşılmak istenilen temel normu, sol için rekabet değil, dayanışmadır.
Marks ve diğer sosyalist ve komünist düşünürler, aydınlanma ve Fransız Devrimi ile konulanı, yani sol hedeflerin tarihsel ilerleme ve makul (rasyonel) toplumsal koşullar düşüncesi ile idendifikasyonunu devam ettirmişlerdir. Onlara göre »ilerici« ancak ezilen sınıfın zaferine olumlu yaklaşandır ve ezilen sınıfın zaferi ancak daha yüksek toplumsal rasyonelliği gerçekleştiren bir düzenin oluşturulmasıyla olanaklı olur.
Fransa ve Amerika’daki büyük devrimler, bunların işçi hareketinden kaynaklanan sosyal radikalliği ve marksizm, sola heyecanlı ama bir o kadar da sorunlu bir miras bıraktılar. Yeni olan sadece özgürlük, eşitlik ve kardeşlik şiarının, solun »ön tarihinin« eski istemlerini daha soyut ve böylece daha genelleştirici biçimde içermesi değildir. Bunlara, o andan itibaren sol için var olmasını olanaklı kılan bir koşul [konstitutiv] olan dördüncü bir nokta daha eklenmektedir: toplumsal kuralları esaslı ve ilkesel bir biçimde değiştirme, yeni bir toplumu geliştirme değil, yaratma inancı ve kararlılığı. Bundan önce devrim sadece daha iyi olan çağa dönmek, »tanrı vergisi« sayılan durumu yeniden yaratmaktı.
Önceden beri solun güçlü olduğu noktalardan birisi, iktidar ile mülkiyeti birbirlerinden ayırmasında yatmaktadır. İktidar ve mülkiyet »doğal olanın« imparatorluğundan, bireysel veya gruba bağlı »özelliklerden« sökülüp alınmış ve toplumsal regülasyon sorununa indirgenmiştir. Sol, iktidar ve mülkiyet dağılımının tabulaştırılmadığında, toplumsal ve insanî iyileştirme ve gelişme potansiyalinin ne denli çoğaldığını gösterdiği her dönemde, karşıt güçleri provoke eden bir güç kazanmıştır.
Sol, 19.Yüzyıl’ın sonuna doğru ve 20.Yüzyıl’ın başlarında, en azından Almanya’da, sosyaldemokrasi önderliğinde örgütlü işçi hareketiyle içiçe kaynaşmış görünümündeydi. Sosyal, politik ve kültürel farklılıklar arka plana geçmişti. Bu, günümüzde tamamiyle değişmiş bir durumdadır. Solun en önemli küresel mevkisi olan Dünya Sosyal Forumu, öncelikle çokluğun, sosyal hareketlerin, sendikaların, aktif yurttaşların çok çeşitli girişim ve gruplarının bulunduğu bir yerdir. İşte bu nedenden dolayı aşağıda solun tanımlanmasında, çokluğun çoklukla beraberce etkide bulunduğu alan tanımını kullanmaktayız. Biz, yegâne solu değil, çeşitli solları, farklılıkları içerisinde birbirleri ile bağlayanı tanımlamak istiyoruz.
2 nolu grafik ile, içerisinde dört temel tanımın özgürlük, eşitlik, dayanışma ve bilinçli şekillendirme- kullanıldığı bir »sol alanı« [solun alanını] çizmeye çalıştık. »Yegâne« sol tanımına daralmadan, solu herhangi bir şekilde değil, çeşitliliğe yeri olan açık bir alan olarak algılayarak »kerteriz« noktası ve sınırlama çizgilerinin belirlenmesi istenmektedir. Bu, yegâne bir tanıma, bir kategoriye yoğunlaşmaktan ziyade, solun, kendi çoğulculuğu, farklılıkları ve heterojenliği içerisinde kendi yerini bulmasına yardımcı olabilir. Hareketler, kuramlar ve tartışmalar, kurum ve kuruluşlar, sosyalistler, radikal demokratlar, özgürlükçü anarşıstler, sosyaldemokratlar ve sol otonomlar aynı şekilde bu alanda yer bulabilirler.
Çağdaş solun dört tanımından her biri karşıt tanımlamalarla ilişkiye konulmaktadır sömürü, baskı, rekabet ve savaş, irrasyonalite ve muhafazakârlık. Özgürlük, eşitlik, dayanışma ve bilinçli şekillendirme, bütünlükleri içerisinde solun çoğulcu kimliğini, günümüz toplumlarının iktidar ve mülkiyet yapılandırmalarının karşısında eleştirisel duruşta bulunan esas tandanslarını tasvir etmektedir. Bu temel tanımlar »tek bir bireyin özgür gelişmesinin, özgür gelişmenin önkoşulu olacağı« (Marks) bir toplumu hedefleyen hareketin vizyonunu içermektedirler.
Kültürel sol
Emansipasyona yönelik hareket, sağ ile sol arasındaki mücadele, toplumun her alanında vuku bulmaktadır. Her yerde: işyerinde, ailede, sokakta, parlamentoda, kamuoyunda, okul ve üniversitelerde, mahallelerde, toplumun bütün kurumlarında, gruplarında, medyada ve ilişkilerde, politik, kültürel, sosyal bir mücadele olarak vuku bulmaktadır.
Bu mücadelede, esas itibariyle diğerlerinden daha önemli olan imtiyazlı yer ve biçimler yoktur. Ama zamandaşsızlıklar, çelişkiler ve değişen roller söz konusudur. Bazı dönemlerde işyerlerindeki mücadeleler, bazen de solun iktidarı değişimin öncüsü olur. Belirli zamanlarda ilerici sosyal biçimler politikadan daha hızlı gelişirler; başka zamanlarda ise »özel« olan, »politikadaki« değişimlerden emansipatif etkilenmeye uğrar. Politik, kültürel ve toplumsal solun ilişkisi, toplumun değiştirilmesi için vazgeçilmez bir üretken güç ve sert çelişki ve tartışmaların yeridir.
Aynı insan hakları konusunda olduğu gibi, kültür alanında da sol olan iki karşıt aşırı uç gösterilebilir. Bir görüşe göre, aktörlerin politik taraf tutması ya da »içerikler« biçiminde şekillenen »kanaat« önemlidir. Buna göre kültür sadece politik söylemlere ve pozisyonlara göre değerlendirilmelidir; asıl kültürel çalışma burada önemli sayılmaz ve politik çalışmanın medyumu olarak görülür. Karşıt görüşe göre tek bir ilerici görev vardır, o da insanın duygusal ve düşünsel kavrama [kognitiv] olanaklarının, duyumsal ve sembolik yetilerinin, yeni veya derinleşmiş duyumsamaların, intibaların ve bağlantıların yeni şekillerine ve izah tarzlarına yönelik arayışların sürekli genişletilmesidir. Böylelikle sağ veya sol kültür sorusu anlamsızlaşır.
Böylesi bir karşılaştırma yerine, bu konuda da dört yönü özgürlük, eşitlik, kooperasyon ve bilinçli değiştirme- kültürel olarak farklı yorumlanabilecek bir »solun alanı« modeli ile çalışmak daha anlamlı olur. Kültür sadece kelimelerle hareket etmez, bedenleri, hareketleri, »tavırları« içerir ve bu, kültürün politik içeriğinde olağandışı bir şey değildir.
Örneğin Eşitliğin Görünüşü [Aspekt der Gleichheit] kültürel solun eliter sanat ile kitle kültürü ayırımına daha az değer verdiği, ama popüler sanat ve kültürü önemsediği anlamına gelebilir. Aynı zamanda sokağın ve üretimin sesleri ve resimleri ve ezilenlerin deneyimleri ve felsefeleriyle ilgilenme anlamına veyahutta, kendisini »eğlencenin« çeşitli biçimleri ile gösteren çeşitli kültürel süreçleri ve gereksinimleri kabullenme ve kültürel çalışmanın içine alma anlamına da gelebilir. Tüm bu şekillerle eleştirisel mübahasede bulunmak her zaman gereklidir. Ama sol kültür tandansiyel olarak fildişi kulelerine, yani sadece beyaz, erkek, batılı burjuva sınıflarının değer ve tanımlamalarını uygulayan; öteki kültürel icraati bütünüyle reddeden ve kendinden başka sanatın konusu olabilecek hiç bir şeyi tanımayan kültüre karşıdır.
Eşitliğin Görünüşü, kollektif üretim ve kooperatif sınır aşımlarının arandığı kültürel üretim tarzı ile bağlantılı hale getirilebilir. Ama aynı şekilde, toplumsal sorumluluk ve başka faaliyetlere saygı duyma bilincinde olan kültürel aktörlerin toplumsal pozisyonu ile de bağlantılı hale getirilebilir.
İstekli değişim ve bilinçli şekillendirme görünümü, kültür alanında da teknik ve bilimsel devinimlere açık olma; zamana ait olmayandan ziyade güncel olana daha fazla ilgi gösterme; kültürü insanın değişimi için üretim aracı olarak algılama anlamına gelebilir.
Bu görünüşler ne kadar farklı yorumlansalar da, sol anlayışı olan sanat ve kültür içerisinde hep olacaklardır. Bu, Brecht’in epik tiyatrosu, Beuys’un »sosyal plastiği«, Hip-Hop ve DJ-kültürlerinin ilerici biçimleri v.b. gibi birbirlerinden farklı tüm yaklaşımlar için geçerlidir. Tek görünüşler mutlaklaştırılır veya diğerleri kaybolursa, emansipatif karakter kaybolur. Bu nedenle tek te sanatsal yönler (veya kültür politikası yaklaşımları) mutlak sağ ya da sol değildirler. Sürrealizm veya Popart gerici bir biçimde de yapılabilir. Aynı, rahatsız edici bir sanatsal avangardın altını »kitlesel kültür teşviği« ile oyabilmek gibi. Dün sol olanın, bugün sağ veya tersinin olacağına yönelik diyalektik, kültür alanında hiç bir yerde olmadığı kadar hızlıdır.
Burada da şu geçerlidir: neyin sol olduğu türetilemez. Ancak sol kültür itilaflarını, içerisindeki kültürel solun dört akislerinin birisinden vazgeçtiğinde sağa kaydığı ve çelişkili yapılanmaya sahip olan bir »solun alanında« örgütler. Kültür alanında da solun dört temel tanımının karşıt tanımları vardır. Kültürde neyin sol olduğu sorusu ne kadar zor yanıtlanırsa, tersi çok açıktır. Sol kültür her halükârda eliter ve yaptırımcı değildir, dâhi kültünü tanımaz ve geçmişin kültürünü dokunulmaz dinsel dogma haline getirmez.
Toplumsal sol
»Solun alanı« düşüncesi toplumsal sol için de kullanılabilir. Toplumsal sol, politik ve kültürel sol gibi çok çeşitlidir. Toplumsal sol belirli bir süreden beri özellikle Latinamerika solu içerisinde önemli rol oynayan bir tanım- toplumsal hareketler içerisinde çalışır. Bu hareketleri önemli ölçüde belirler, ama bu hareketler de genellikle soldadırlar. Bunlar sendikal hareketler, kadın hareketi, mülteci veya göçmenlerin özörgütleri v.s. olabilirler. Ancak somut toplumsal kooperasyon şekilleri işyeri, aile, mahalle, dernek- içerisinde, solun alanını belirleyen dört görünüş çerçevesinde değişim için uğraş veren bireyler de toplumsal sola aittirler. Ortak karar hakkı, dolaysız paylaşımcı-katılımcılık [Partizipation], toplumsal yararlılığa yöneliş, sosyal fonların toplumsal idaresi tüm bunlar toplumsal solun şiarlarıdırlar. Toplumsal çalışma yapanların hepsi bu sol içerisindedirler. Belirli tarihsel durumlarda, çalışma dünyasında ilerici örnek olma koşuluyla, kamusal istihdam sektörünün bazı bölümleri de toplumsal sol içerisinde sayılabilirler. Ve esas itibariyle bütün solcular, gündelik yaşamlarındaki kooperasyonlar içerisinde olmaları nedeniyle, toplumsal sola aittirler.
Özgürlüğün Görünüşü [Aspekt der Freiheit], solun sosyal alanda mahcuriyete ve bağımlılığa karşı, bağımsızlık ve otomatizm için mücadele etmesi anlamına gelir. Ama bu aynı zamanda sol bir sosyal politikanın her zaman itiraza, itaatsizliğe ve kuraldışılığa yer tanıması veya bu yeri savunması gerektiği anlamına da gelir.
Burada Eşitliğin Görünüşü gruplar, sınıflar, cinsiyetler, pozisyonlar ve yaşam planları arasındaki hiyerarşinin karşıolumudur. Kabullenme ve eşit dağılım, fonksiyon sahiplerinin seçimi ve dolaysız demokrasi, eşit haklılık ve anti-diskriminizasyon, saygı ve özgüven çeşitli çelişkilere yol açarlar, ama hepsi eşitliğin görünüşünün bir parçasıdırlar.
Sosyal alanda dayanışmacı kooperasyon görünüşü örneğin »dahil edici« politika [inclusive Politik] yapmak, yani ihracın her türlü şekline karşı aktif direniş göstermek anlamına gelir. Burada da çelişkiler vardır, örneğin kooperatif ihtilaf çözümü yatkınlığı ile mücadele ve ihtilafı gerekli kılan dayanışma beyanı arasında olduğu gibi.
İstekli değişim ve bilinçli şekillendirme görünüşü sonuçta solun, sosyal alandaki tüm doğal sınırlamalara karşı tereddütlü durması, toplumsal şekillendirmenin, öğrenmenin gücüne, rol ve kuralların değiştirilebilirliğine inanması anlamına gelecektir. Aynı şekilde, sosyal deneyde yeni şekillerin bulunmasının ve olanaklılaştırılmasının rizikosuna yer ayırma anlamına da gelebilir.
Toplumsal sol, »ikâmet ortaklığından« [WG] »ortak refleksiyona«, »cüzdansız evlilikten« [wilde Ehe] dayanışmacı ücret politikasına, anti-otoriter eğitimden emekleme gruplarına ve kooperatiften halk mülkiyetine kadar çok çeşitli yaşam ve davranış biçimleri ile toplumsal kooperasyon enstrümanları icat etmekte ve pratikte uygulamaktadır. Toplumsal sol gerçek insanlarla çalışmakta ve dün »hastalıklı« veya »sapıkça« olarak nitelendirilenler için »normallik« üretmektedir. Toplumsal sol olmadan yaşam, insanlar ve toplum değiştirilemez.
Ama tersinden de geçerli olan şudur: toplumsal olan hep politik olsa da, dar anlamda politik perspektifle bağlantılı hale getirilemezse, kökten eksik kalır. Çünkü toplum örgütlüdür, temel kuralları güçlü çıkar koalisyonları ve durum zorlamaları [Sachzwänge] tarafından savunulur. Toplumsal sol politik olana geçmediği, yani toplumun temel kurallarını soyut kararlar ve kurumsal tutarlılıkla değiştirme hedefi için ortaklaşa örgütlenmediği takdirde, çıkmaza girer ve cesaretini kaybeder.
Politik, kültürel ve toplumsal sol gerginlik dolu bir ilişki içerisindedirler. İhtilaflarında hep güncel dönem için sol politikanın şeklini yeniden çıkaran beraberlikleri ile, değişim için müthiş bir üretken güç oluştururlar. Ve genel bağlamda şu geçerlidir: salt politik veya salt kültürel veyahutta salt sosyal alana kendini kısıtlayan sol (bu hem sol örgütler hem de sol bireyler için geçerlidir) gerçek anlamda sol olamaz. Politik anlamda ilerici, ama kültürel açıdan yaptırımcı olan bir toplumsal güç, sol olamaz. Kültürel açıdan ilerici, ama politik açıdan gerici veya hiç bir politik bilinci olmayan sanatsal avangard sol değildir. Sosyal açıdan sol olan, ama kültürel açıdan kurtarıcı ve politik açıdan aydınlatıcı olmayan bir toplumsal hareket sol değildir. Tek başlarına eksik ve kısıtlı kalırlar ve toplumsal ve insanî pratiği, bırakın emansipatif bir şekilde devinim etmeyi, algılayamazlar da.
Sol toplum şekillendirmesi ve sol barbarlık
»Solun alanı« kendiliğinden oluşmamıştır, yüzyıllardan beri toplumsal gruplar, sınıflar, örgütler ve bireyler tarafından hep yeniden yaratılmış ve değiştirilmiştir. Sosyal hareketler, sendikalar, partiler, entellektüeller, hak talep eden bireyler bu, içinde hareket ettikleri alanı üretmekte ve yenilemektedirler.
Sermaye değerlendirmesi, ataerkil ve etnik temelli ihraç kriterleri topluma hâkim oldukları sürece, solun alanı bir azınlık alanıdır. Bu alan nasyonalsosyalist Almanya’da olduğu gibi- küçük bir azınlığın eylemine ufalabilir, büyük ve çok dallı bir akımın alanı olabilir ve ender anlarda neredeyse bütün bir toplumu kocaklayabilir. Bunlar, Paris 1968 Mayıs’ı veya aynı yılın Prag Yazı gibi halkların bayram günleridir.
Solun alanlarının oluşma ve yenilenmelerinin çıkış noktası huzursuzluk, mesafe ve hayal kırıklığı duygusu, reddediş ve sonuçta protesto ve açık başkaldırıdır. Egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerini, ekonomik, sosyal ve kültürel sömürüyü, baskı ve dışlanmayı, toplumsal durumun bireysel ve kollektif gelişmeye kelepçe haline gelişini reddedişin sertleşen şekilleridir. »Aslında böyle olmamalıdır!«, »Böyle devam edemez!«, »Buna tahammül etmemeliyiz!« gibi söylemler, egemen duruma karşı bir şeyler yapma isteğinin basamaklarını karakterize ederler.
Toplumsal koşullarla, anne ve babalar, öğretmenlerle, işyerlerinde, gruplar, arkadaşlıklar ve ailelerde, grev ve yürüyüşlerde itilafa girmek, alışılmışa veya kötüleşme olarak görülene karşı başkaldırıda bulunmak, çok farklı biçimlerde kendisini gösterir. Çoğunlukla okula gitmemekle veya uyuşturucuya kaçmakla başlayan bir reddediştir. Bir çok işyerinde, çalışanlar görevlerini mevzuat sınırı içerisinde yerine getirmektedirler, fazlasını yapmamaktadırlar. Seçimlere katılmamak veya bir çok egemen usul ve kaideleri reddetmek, bu tavırların arasındadır. Protesto, başkalarını önce mânen sonra yumrukla ezmekle de sonuçlanabilir. Hatta topluluğa veya devlete, ait olunan grubun durumunun düzeltilmesi için, başkalarını daha fazla ezme talebine dönüşebilir.
Hoşnutsuzluk, kızgınlık ve hayal kırıklığının, reddedişin, protesto ve başkaldırının gerçekten solun alanına dönüşebilmesi için aktörlerin, bireylerin, grup ve örgütlerin başkaldırıya emansipatif ve dayanışmacı bir şekil vermeyi başarmaları gereklidir. Bunun neden bu kadar zor olduğunu gösteren en az üç neden bulunmaktadır.
Birincisi, ne kadar farklı görünürse görünsün, baskı ve sömürü her zaman egemenlerin özgüvenli ve otonom eylemi tekelleşmeleriyle bağlantılıdır. Aksiyonda oldukları yerlerde başkaları sadece reaksiyon göstersin, karar verdiklerinde başkaları boyun eğsin, yaratıcı oldukları yerlerde diğerleri uygulasın isterler. Egemenler, bağımsız eylem koşullarını kendi çıkarları için gasp etmeye çalışmaktadırlar. İşte bu, hâkimiyetlerinin neredeyse bir önkoşuludur.
Çalışma ve yaşam koşulları, eğitim sistemleri, kültür, hukuk sistemi ve günümüz demokrasisi tüm ilerlemelere rağmen, »aşağıdakilerin« kendilerini »eşit göz hizasında« savunabilmeleri için gerekli olan bilgi, yeti ve örgütsel güçten uzak tutuldukları bir biçimde düzenlenmişlerdir. Bu sadece egemenlerin birikmiş olan (ve bir çok gerekli ve yararlı şeyi içeren) bilgileri değildir. Ezilenlerin tüm zorluklar altında biriktirdikleri bilgilerdir, ellerinden alınan. Arızalandırılan, zorlaştırılan, ezilen öğrenme ve işbirliği, kendine ulaşma bilgisidir.
Tarihte ezilen sınıf ve grupların ayaklanmaları bu nedenle, ayaklananların özgürlükçü toplum şekillendirmesinin önemli koşullarından yoksun olmalarından dolayı, genellikle kültürde ve özgürlükte geri adımlarla bağlantılı olmuştur. Bundan dolayı da, verili koşullar altında ezilenler ile, kendileri kısmen imtiyazlı olan, ama eşitsizlik toplumunda yaşamak istemeyenler arasındaki dayanışmacı birlikler gereklidir. »Halk« ile »entellektüellerin« ittifakına yönelik taleplerin kökü buraya dayanır. Her iki grup ta ancak dayanışma içerisinde birlikte kurtulabilirler, birbirlerinden bağımsız olarak değil. Ne işçilerin kurtuluşu, sadece işçilerin eseri olacaktır, ne de entellektüel orta katmanlar, başkaları üzerindeki egemenliğin aracı oldukları sürece, gerçekten özgür yaşabileceklerdir. Birlikte kurtuluş aynı zamanda şimdiye kadarki rolleri değiştirmek, aşmak, şimdiye kadarki kısıtlamaları kırmak ve şimdiye kadarki körlükleri terk etmek anlamına gelir.
İkincisi, derin bir güç eşitsizliğinin var olmasıdır. Ayaklananlar hep zayıf durumdan (yenilgi durumundan) hareket etmişlerdir. Eylemlerinin araçlarını seçme olanakları, egemenlerinkinden daha azdır. Karşı taraf son derece üstün bir devlet ve askerî mekanizma ile şiddet tekeline sahipse, terör ve intihar saldırılarının teshiri büyük olur. »Bütün araçlarla!«, »Ya şimdi ya hiç bir zaman!«, »Ya hepsi ya hiç bir şey!« gibi yaklaşımlar, yenilgi durumundan spontane gelişen düşünce ve eylem biçimleridir. Böylesi durumlarda sol kendisini, kendisi ve kendi hedef ve değerleri üzerinden değil, düşman üzerinden tanımlamaya başlar: antikapitalistir, ama emansipatif değildir; antiemperyalisttir, ama dayanışmacı değildir; antifaşisttir, ama demokratik değildir. Önce sırasıyla »düşman« insan haklarından mahrum hale getirilir, sonra da her karşıt, yaşam hakkı dahi elinden alınan düşmana dönüştürülür. Stalin 1930lu yılların başında önce »Kulakları« yurtlarından sürdürmüş ve bazılarını öldürtmüştür, ardından da bolşevik partisinin sıralarındaki »halk düşmanlarını«.
Tek tek bireylerin veya grupların teröre veya başkalarını ezmeye yatkınlaşmasının belirgin kuralları yoktur. Sadece, hep sert »tedbir« taraftarı olanlar değildir tehlikede olanlar. Bu yatkınlaşma tehlikesi altında olanlar genellikle yüksek sol ideallere sahip ve »acı çekmeye« alışkın olup, bir noktadan sonra bütün araçları kullanmak isteyenlerdir.
Üçüncüsü, aktif eyleme geçmeye karar verenler başlangıçta ve genellikle azınlıktadırlar. Bunların bir çoğu köken olarak sosyal ve kültürel açıdan imtiyazlı gruplara aittirler veya »kadro devrimcilerinin« profesyonel örgütlerine entegre olurlar.
Kemikleşen ilişkilerin veya ekonomik hâkimiyeti ellerinde tutanların açık hegemonyası koşulları altında, halkın çoğunluğu ister istemez uyum sağlar. Bu durumda değişimi isteyen solcular genellikle toplumsal ve kültürel açıdan izole olurlar. Solcular 1914 öncesi Almanya’sında sağ sosyaldemokrasinin yaptığı gibi uyum sağlama ve boyun eğme yolunu seçmezlerse, hızlı bir şekilde izole olurlar. Demokratik olmayan toplumlarda bu tehlike hayli büyüktür. Solun karşı koyma gücü zayıf olduğunda, illegallik psikozu, sekterlik, hedef ve araçların maksimizasyonu, kendini ve başkalarını kurban etme yatkınlığı öne çıkar. Amaç, her türlü aracı caiz etmeye başlar. Moral, radikal amaçların lehine yok sayılır. Hukuk devleti anlayışı değersizleştirilir ve hukuk enstrümentalize edilir. Böylesine azınlıkta olunan bir durumda, en azından kendi grubu içerisinde mutlak dayanışma beklenilir. Farklılık ve eleştiri dolaysız ihanet olarak nitelendirilir. 20. Yüzyıl’ın bir çok başarılı devrimi, böylesi yaklaşımları olan bir komünist avangard tarafından belirlenmiştir. Bu illegalite psikozu ile mücadele etme yerine, psikoz devlet kuramı haline getirilmiştir.
Gerçekten özgürlüğe, eşitliğe, dayanışmaya ve bilinçli toplum değişimine bağlı olduğunu söyleyen bir sol için, sol alanların sürekli yenilenmesi, projelerinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Solun bu alanları olmaksızın, sol dayanışmacı-eleştirisel düşünce ve eylem yerine, kutuplaşmış karşıtlıklar avangardizmi ile başkaldırı ve devrimin başka bir diktatörlüğe dönüşmesinin cazibesine kapılır, zincilerinden koparılan şiddetinin sonuçta Stalin’in, Mao Zedong’un ve Pol Pot’un despotluğunun biçiminde mutlaklaşan yeni bir iktidarı oluşturur. O zaman özgürlük bir azlığın keyfiyetine, eşitlik çokluğun aynı şekilde ezilmesine, dayanışma emredilen taraftarlığa ve toplumun rasyonel şekillendirme yaklaşımı, toplumu merkezî idare tarafından yönetilen bir mekanizmaya transforme etme çabasına dönüşür. Yeni insanlık sözü altında ve sol, sosyalizm ve komünizm adına milyonlarca insanın yaşamı böylelikle barbarca kurban edilmiştir.
Solun canlı yaratıcı alanının yok edilmesi ve bazı sol pozisyonların mutlaklaştırılması, 20.Yüzyıl’da kendilerini sosyalist ya da komünist olarak nitelendiren diktatörlüklerin oluşmasına neden olmuştur. Emperyalizmin, savaşın ve sömürgeciliğin barbarlığına, toplumu eşitlik ve planlama temelinde şekillendirme kararlılığı ve tarihsel olarak haklı olunduğu inancı ile karşı koyma, sol güçleri 20.Yüzyıl’da hiç olmadıkları kadar güçlü kıldı. Ama bu kombinasyon aynı zamanda sol adına büyük suçlar işlenmesine ve solun geniş kesimlerinin bu suçları çok geç ve isteksizce eleştirmiş olmasına da neden olmuştur.
Sol, 21.Yüzyıl’da ancak politik tavrının bu sistematik tehlikelerine karşı aşılmaz engeller koyabildiği takdirde güçlü olabilecek ve tarihin akışını etkileyebilecektir. Bu bariyerler arasında sol çoğulculuğu ve hedeflenen toplumsal transformasyonun demokratik ve hukuk devleti karakterini ilkesel olarak kabullenme; devlet gücünün eleştirisi ve merkezîleştirme ile devletleşmenin ötesinde olan bir kamulaştırma (toplumsallaştırma) vizyonu; ve, kapitalizmin işlediği suçları gerekçe olarak gösterme refleksine kapılmadan, solun tarihinin karanlık sayfalarıyla hesaplaşma. Batı’da ve sonradan doğmuş olmanın rahatlığına hiç kimse kaçmamalıdır. Bağımsızlığın, emansipatif dayanışmacı bir biçimde etkide bulunma yetisinin koşulu olan »solun alanı«, savunulması ve sürekli yenilenmesi gereken en önemli değerdir.
4. Sol içi ihtilaflar
Sol sadece geçmişte değil, günümüzde de yaklaşımları, kültürü, örgütlenme biçimleri ve politik sunuları açısından çeşitlidir. Bu çeşitlilikler toplumsal koşulların değiştirilmesini hedeflediklerinden, büyük toplumsal grupların somut beklentilerini ve çıkarlarını ilgilendirmektedirler.
Almanya’da birleşik sol parti kuruluş çalışmaları çerçevesinde hazırlanan programatik tartışma belgesinde, sol arası farklılıklar olarak şu noktalar belirtilmiş:
- Herkesin çalışabilmesinin güvence altına alınmasına mı, yoksa önkoşul öne sürülmeksizin verilecek temel gelir [bedingungsloses Grundeinkommen] için mi yoğunlaşılmalı?
- Emeklilik aylıklarında sigortalılık ilkesi mi kalmalı, yoksa vergi üzerinden finansmana mı geçilmeli?
- Neonazi ve aşırı sağcı örgüt ve partilere karşı verilen mücadelede, bu partilerin yasaklanması mı istenmeli, yoksa yasaklamalardan feragat mı edilmeli?
- Ekonomi politikalarında merkezî branş ve alanlara mı yoğunlaşılmaı, yoksa ülke genelinde eşit teşvike mi öncelik tanınmalı?
- Bölgesel savaş ve içsavaş durumundaki yerlerin gelecekteki barışçıl gelişimi için BM kontrolünde ve görevinde uluslar arası askerî girişimler kabul edilmeli mi, yoksa her türlü askerî girişime kesin hayır mı denilmeli?
- Sosyal hareketlerden farklı olarak partinin görev anlayışı ve parlamento içi ve dışı mücadelenin ilişkileri nasıl olmalı?
- Verili koşullar altında eyalet düzeyinde hükümetlere katılma sol politikanın etkin katkısını olanaklı mı kılar, olanaksızlaştırır mı?
Belirtilen bu noktalar tipik sol içi, günümüzde neyin sol olduğuna dair ihtilaflardır. Sol içi ihtilaflar genellikle zor, uzun süren ve bu süre içerisinde bölünme tehditlerinin, karşılıklı hayal kırıklıklarının gündemi belirlediği tartışmalardır. Sonuç itibariyle bunlar engellenemez. Ancak sol ihtilafların deneyimlerinden bir şeyler öğrenebilmek ve bunları ileri çözümler getirecek şekilde sürdürmek olanaklıdır.
Hükümetlere katılma üzerine
Solun hükümetlere katılıp katılmaması ve hangi koşullar altında bunun olması gerektiğine yönelik sol içi tartışmalar, Fransa başbakanı Waldeck-Rousseau’nun sosyalist Alexandre Millerand’ın Sosyalist Parti’nin iradesine karşı ticaret bakanı olarak hükümetine aldığı 1899 yılından beri sürmektedir. Sol parti veya sol ittifakların yönetiminde veya katılımı altındaki hükümetler özellikle son yıllarda Latinamerika’da iktidara gelmişlerdir: 1998 Venezüela, 2003 Brezilya, 2004 Uruguay, 2005 Bolivya ve 2006 Şili.
Bu arkaplan önünde ve Avrupa’daki yeni gelişmeler ışığında Avrupa solu içindeki tartışmalar yeniden güncellik kazandı. 2006’ Norveç Sosyalist Sol Partisi’nin Sosyaldemokrat Parti ve burjuva Merkez Partisi ile birlikte hükümet koalisyonuna girmesi, İtalya sol ittifakının Berlusconi koalisyonuna karşı zafer elde etmesi, Fransa’da AB Anayasası’na karşı verilen başarılı mücadeleden sonra 2007’de solun ortak devlet başkanı adayı çıkarma olasılığı bu tartışmalar içerisindedir.
Almanya’daki sol da 1994’den bu yana hükümete katılma konusunda tartışma sürdürmektedir. Demokratik Sosyalizm Partisi PDS 1998 yılında ilk kez Mecklenburg-Vorpommern eyaletinde sosyaldemokrat SPD ile bir koalisyon oluşturdu; 2001’de de Berlin’de.
Hükümetlere katılınması konusunda sol arasında çıkan tartışmalar, sol politikanın gerçekleştirilmesine yönelik ihtilaflardır. Almanya’da Emek ve Toplumsal Adalet Partisi-Seçim Alternatifi WASG ile Sol Parti.PDS arasında süren güncel tartışma, hayli dar bir sol içi ihtilaftır. Ne parlamento seçimlerine katılma, ne sol politikanın parçası olarak parlamenter mücadelenin meşruiyeti, ne de sol politikalar için çoğunluk sağlayıp, sol hükümetler kurma perspektifi reddedilmektedir. Bu konularda hemfikir olunmasına karşın tartışılan konu, azınlık durumundan çıkarak koalisyonlara katılmanın anlamlı olup olmadığı ve koalisyon ortağı olarak sosyaldemokrasinin nasıl değerlendirileceğidir.
Sol ikilem
Hükümetlere katılınması tartışmasında farklı sorunlar üst üste binmektedir. En önemlisi, »solun alanında« gösterilen farklı sol yönelimlerin bakış açıları arasındaki ihtilaftır. Bir tarafta somut değişimi gerçekleştirme ve reel güçle topluma etkide bulunma arzusu duruyor. Eyalet hükümetleri örneğinde bu arzu kendisini, solun sadece »güneşli hava dönemlerinde« yöneticilik yapmak istemediğini ve zor dönemlerde de solun iktidar verilebilecek bir güç olduğunu ispatlama isteği olarak gösteriyor. Diğer tarafta ise, çoğunlukla solun belirlemediği, ama hükümete katılarak taşıdığı politikaların dezavantajlarından olumsuz etkilenenlerle dayanışma arzusu duruyor. Solun hükümetlere katılımı üzerine olan kızgınlık, en zayıfların en fazla etkilendikleri durumlarda had safhaya ulaşıyor.
Bu değerler ihtilafı, stratejik ve taktiksel biçimlendirmeler ile de bağlantılı hale gelmektedir. Stratejik açıdan bakıldığında, bir parti hükümete katılmasıyla »iktidar olma yetisini« [Regierungsfähigkeit] elde eder ve yapılanmalar, ortaklar ve somut politik sistem üzerine deneyimlere sahip olur. Bu da zorunlu olarak diğer politik partilerle noktasal yaklaşımlara girilmesine ve solun konsepsiyonel tasavvurlarının, somut politikalar için ya yetersiz, ya da uygunsuz olduklarından, gözden geçirilmesine neden olur. Yani bir kesim stratejik olarak gelecekte iktidarı ele geçirme şanslarının artmasını beklemekte, diğer bir kesim ise, programatiğin sulandırılacağı, durum zorlamalarının dominant olacağı ve sadakatlik rekabetinin (ortaklara ve görevlere karşı) ortaya çıkacağı kaygısını taşıyor.
Taktiksel düşünceler, hükümete katılımın partiye nasıl etkide bulunacağına yöneliktir. Sonuçta bu soru da bir değer ihtilafı olduğu için, mutlak pozisyon belirlemelerle başkalarını (diğer solcuları) ortak partiden dışarı itme veya en azından pasifize etme yatkınlığını körükler. Ancak taktiksel düzeyde hükümete katılımın parti içi güç dengelerini ve çeşitli parlamento dışı güçlerle (sosyal hareketler, çıkar grupları, medya) olan ilişkiyi değiştirdiğini de söylemek gerekir.
Pro et contra
Sol içerisinde hükümetlere katılım konusunda mutlak evet ya da mutlak hayır diyenler çok küçük bir azınlığı oluşturuyor olsalar da, tartışma salt leh ve aleyhte yürütülmekte. Aslında böylesi bir tartışma önemsiz de değildir, çünkü tartışmada solun hareket ve eylem olanaklarına ilkesel sorular sorulabilmektedir:
- Kapitalizm, bütünüyle aşılmadığı müddetce mantığı belirli bir politikayı dayatan bir sistem değil midir? Yoksa tolerans alanları, varyasyonlar ve dinamik var mıdır?
- Devlet »sosyal ihtilafların ve mücadelelerin kristalizasyon alanı ve sahası«mıdır (Nicolas Poulantzas)? Yoksa sonuç itibariyle homojen bir güç olarak »yumuşak« alanlardaki (sosyalpolitika, kültür) uzlaşıların sadece »sert« çekirdek yönelimlerin (maliye, ekonomi, ordu) daha rahat gerçekleştirilmesini mi etkiler?
- Sol, »şarap ve suyu iki bardaktan içebilir mi?«, yani kendisi ile hükümetteki rolü arasındaki farkı görüp, dışarıya da gösterebilir mi? Parlamento dışı hareketle olan ilişkisini zedeler mi, yoksa devlet gücü üzerinde etki kazanma onların da mı çıkarlarına? Eleştirdiği bir politikayı onaylayarak itibarını kaybeder mi?
Bu sorular açık oarak ne »evet«, ne de »hayır« ile yanıtlanabilirler. Pratikte tartışma şu noktalara yoğunlaşmalıdır:
- Hükümete katılımın önkoşulları ve şartlarını sınırlama;
- hükümete katılımın hiç bir şekilde zedelememesi gereken orta vadeli politik »kıstasları« belirleme;
- hükümete katılım kararlarının alındığı, kontrol edildiği, değerlendirildiği ve gerektiğinde bitirildiği parti içi ve sol içi yöntemler geliştirmek; eyalet örgütlerinin otonomisi ile parti bütününün çıkarları arasındaki ilişkiyi yapısal olarak tanımlamak.
Konuyla ilgili olarak kararların (belirli bir süre için) alınması ve bunlara tahammül edilmesi gerekmektedir. Ancak temel değerler ihtilafını, o ya da bu yönden, değiştirici tartışmadan ve dayanışmacı birlikten kopararak »kesinkez« çözmeye çalışan her çabadan feragat edilmelidir.
Solun antiulusalcılık ihtilafı
Alman solunun antiulusalcılık tartışmasının başlangıcında hiç dağıtılmamış olan bir bildiri durur. Duvarın yıkılmasından ve Almanya’ların birleşmesinden sonra yeni eyaletlerde aşırı sağcı şiddet kütlesel bir artış yaptı, yabancılara yönelik cinayetler ve mülteci kamplarına saldırılar çoğaldı. Batı Alman politik sınıfı Birleşme’yi neredeyse tek bir ağızdan selamlarken (sadece çok az kişi aceleci politik ve ekonomik bütünleşmenin görülebilen fecî sonuçlarına dikkat çekmişti), radikal solun durumu çok zordu. Radikal sol bir tarafta, Alman Komünist Partisi DKP’nin çoğunluk kanadı haricinde, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin (DAC) toplum sistemini represifti diyerek eleştiriyordu. Diğer tarafta ise, DAC’nin bitişi ile Alman Birleşmesi’nin yol açtığı kapitalist-milliyetçi çoşkuya da katılmak istemiyordu. Böylece sol kimliğin merkezine antiırkçı dayanışma oturdu ve sol içerisindeki »ırkçı« alt akımlara karşı sınır çekme gündeme getirildi.
Radikal sol içerisinde »antiulusalcılık«[Antinationalismus] yeni bir sol akım olarak ortaya çıktı. 1993’de Hamburg’da düzenlenen »Wohlfahrtsausschuss« konferansından sonra yeni eyaletlerde bir antiırkçı tur başlatıldı. Bu tur esnasında Hamburglu bir antifa grubu olan »Vatan İhaneti Aksiyonu« [Aktion Landesverrat] Dresden kentinde, Almanları artık suçlu olarak görmeyen yeni ulusal kimliğe karşı keskin bir polemikle kaleme alınan bir bildiriyi dağıtmak istiyordu. Bildiri metni, 1945’deki Britanya bomba uçakları filosu başkumandanı Harris’ten, Dresden’i yeniden bombalamasını isteyecek sivriliğe sahipti. Gerçi bildiri dağıtılmadı, ama uzun süren bir politik tartışmanın konusu oldu.
Bildiri, yanlış olabilecek ne kadar şey varsa, hepsini içeriyor ve antiulusalcılığı sonuçta hiç sevilmeyen bir akım haline getiriyordu. Bildiri metni, sivil halka yönelik askerî şiddeti haklı kılıyor, hatta tekrarlanmasını istiyordu. Kendini çok beğenmiş bir tarz ile »gûya akıllı« sol radikal protesto gezginleri ve »aptal« Dresdenliler arasına derin bir uçurum kazıyordu. Hiç bir şekilde ırkçı şiddetin nedenlerini ve bunlarla nasıl mücadele edileceği sorgulanmamaktaydı. Ve tipik sol, tipik Alman olarak- hiç bir şekilde saldırılamaz, her şeye uyan ve tek amacının her şey ve herkesten üstün olunduğu duygusunu vermek olan bir eleştiri biçimi bulunmuştu.
Buna rağmen antiulusalcı sol gerekliydi ve sola yönelik eleştirisi yerindeydi. Gerçekten de solun hiç istemese de sağ ile ortak olduğu bazı noktalar söz konusudur:
- Emansipasyon mücadelesinin, aynı kendi suçları ve kendi (izafî) imtiyazları gibi göz ardı edildiği »biz aşağıdakiler«, »yukarıdaki onlara« karşı kategorisinde düşünme;
- »yabancı yatırımcıları« kendi »iyi« ulusal kapitalizmine nazaran, ulusal düşman haline getiren »uluslar arası finanskapital« eleştirisi;
- Kendilerini etnik olarak tanımlayan, ulusalcı (milliyetçi) gerekçeler kullanan ve öncelikle batılı liberalizmini lanetleyen »kurtuluş hareketleriyle« dayanışma;
- Toplumsal liberalliğe ve modernliğe karşı çıkan ve bunların yerine moral, otorite, »camia« ve »sağlıklı halk anlayışını« bayraklaştıran bir ABD ve »Batı« eleştirisi;
- İçerisinde çoğulculuğa yer vermeyen ve böylelikle insan hakları, kurumlar ve demokratik yöntemlerin düşünülmesine gerek görmeyen homojen, ihtilafsız ve sonuçta modernlik öncesi bir toplum ütopyası.
Antiulusalcı solun görüşüne göre ulusalcılık (milliyetçilik), antisemitizm ve antiamerikancılık böylesi bir yaklaşımın çerçevesini oluşturmaktaydılar.
»11 Eylül« ve sonuçları
11 Eylül 2001’de World Trade Center’a yönelik saldırı sonrasında tartışmalar alevlendi. Solun bir kesimi, Arundhati Roy’un olayları yorumlarken yaptığı, El Kaide saldırılarının sonuç itibariyle antiemperyalist direniş içerisinde yer alır tespitine sempati duyuyordu. Antiulusalcı sol ise bu yaklaşıma çok sert karşı çıkıyor ve islamist köktendinciliği, -sadece İsrail ordusu değil, ABD tarafından da- silahlı mücadeleyle karşı koyulması gereken faşizm olarak nitelendiriyordu.
Antiulusalcı solun bazı kesimleri öylesine ileri gittiler ki, Afganistan’a yönelik saldırı savaşını savunmaya, İsrail’in Filistinlilere karşı başlattığı (cinayetler de dahil) politikayı hiç bir kısıtlama getirmeden haklı kılmaya ve barış hareketini »müslüman Nazilere« karşı »teskin etme politikası« [Appeasement-Politik] uygulamakla suçlamaya başladılar. Böylelikle solun alanını tam olarak terk etmiş oldular. Ardından antiulusalcı sol arasında bölünmeler oldu ve karşılıklı suçlamalar ve bilinçli hakaret etmelerle dolu tartışmalar başladı.
Geriye dönüp bakıldığında, antiulusalcılığın 11 Eylül saldırılarıyla hem zirveye ulaştığını, hem de dağılmasının başladığını tespit edebiliriz. Her iki ekstrem pozisyon da (El Kaide saldırılarının »antiemperyalist« gerekçesiyle haklı kılınması ve ABD’nin Afganistan’a, ardından Irak’a saldırmasının »antifaşizm« gerekçesiyle savunulması) tutunamadılar.
Solun alanı bir »work in progress«
Antiulusalcılık ihtilafı, solun alanı içerisinde olan yaklaşımlar arasındaki bir ihtilaf değil, solun alanı etrafındaki bir ihtilaftı. Bu alanın sınırları, sol içi itilafların itelemesiyle gelişen toplumsal değişimler, deneyimler ve mücadeleler sonucunda kaymaktadır. 2. Kadın Hareketi öncesinde solun alanı içerisinde ifade edilebilenler, sonrasında söylenemez oldular. Başka bazı şeyler de, önceden içinde yazılı olmadıkları solun »bilgi defterine« (Brecht) yazıldılar.
Solun alanı, tarihsel deneyimin mobilyaları ile döşenmiştir ve bazen çok sevilen bir mobilya parçası atılırken, içeriye yenileri koyulmaktadır. İşte faşizm deneyimi sadece antifaşizmi solun alanının esaslı bir unsuru yapmakla kalmadı, aynı zamanda antikomünizmin, antisosyaldemokratlığın (ve bugün herhalde anti-yeşil-polemik de içine girer) belirli biçimlerinin, solun alanının içerisinde yerleri olmadığını öğretti.
Antiulusalcılık ihtilafının spesifik bir »Alman« biçimi vardı. Benzer ihtilaflar her ülkede söz konusudur. Örneğin ABD solu içerisinde benzer sorular »Cartoon Wars« olarak nitelendirilen ve dünya çapında şiddetli protestolara neden olan Danimarkalı Muhammed karikatürleri bağlantısında sorulmaktadır.Tüm bunlar, karmaşıklaşan dayanışmalarla küreselleşen dünyaya uyumlaştırılması gereken solun alanında yürütülen zor tartışmalardır.
5. Bir sol tartışma kültürü için
Günümüzde sol nedir sorusu üzerine sürdürülecek tartışma, sol içi ihtilafları gereksiz kılmaz. Ancak geniş ve çoğulcu bir solun ihtilafları üzerinden, günümüzde solun ne olduğu, solun dayanışmacı ve eleştirisel bir kooperasyon alanı olduğu öğrenilebilir.
İhtilaf, müthiş yıkım potansiyali olan bir sol üretim gücüdür. Bu üretim gücünün ihtilafların ortasından, yıkıma yol açmadan çıkabilmesi için, sol tartışma kültürünün (sol ihtilaf kültürünün) bazı temel kıstaslara ihtiyacı olabilir:
1. İhtilafı anla
Sol içi ihtilaflar genelde tipik »örgüt kararları« şemasına sokulamazlar. Bir çok kararın reel ve sembolik anlamı, maddî etkisi vardır ve aynı zamanda belirli sinyaller verirler. Üzerine karar alınacak tek bir olayın ötesinde her sol ihtilaf, »solun« kim ve ne olduğunu tanımlamak istemesini gösterir. Ve her defasında taraflar hep solun bir parçasıdırlar, hiç bir zaman solun yegâne temsilcisi değil.
İlk adım tarafları »kızdıranın« ne olduğunu ve farklılıkların nerede olduklarını anlamaktır. Kişinin kendisinin ve ötekinin hedef hiyerarşisini tespit etmesi yararlı olabilir. Ayrıca kimin hangi raçları favorize ettiği de tespit edilmelidir. Ve son olarak da, eylemin reel koşulları üzerine olan farklı değerlendirmeler belirginleştirilmelidir. Ama bazen sorun tamamen farklıdır; ya bir kavramdır sorunu yaratan, ya da belirli bir deneyimin, korkunun, verilen katkının saygı görmemesidir. Ve bazen de ne söylenildiği değil, nasıl söylenildiği önemlidir.
2. Sorumluluğu paylaş - »İhtilaf ol«
Herkesin bir sol tartışmayı başlatma ve kendi düşüncesini sertçe ve sivrilterek savunma hakkı vardır. Ama çözüm arayan ve farklı güçleri bir araya getirmekle yükümlü özel bir kurum yoktur, sorumluluk herkesindir. Bu nedenle, kendi görüşünün yanında durarak, ortak solun pozisyonunu almak, herkesin görevidir. Bizler solun sadece görüşleri değil, parçasıyız da. Bu yüzden her ihtilaf bizi kişisel olarak ilgilendirir ve ne yapacağımızı sormamızı gerekli kılar. Ve öncelikle bu sorumluluk şu anlama gelir: hangi konularda bu ihtilafa rağmen beraber çalışabiliriz ve çalışmalıyız?
3. Köprüler kur
Bazıları ihtilaflarda önce farklı görüşlerin olanaklı olduğunca belirgin hale getirilmesi ve ihtilafın, görülebilmesi için sivriltilmesi gerektiği görüşündedir. Sol içerisinde ihtilaflar hep görünmektedir. Bu yüzden ihtilafların görünür olup olmamasına değil, iyileşmesi zor olacak yaraların açılmamasına dikkat edilmelidir.
Bu nedenle karşılıklı olarak kimin solda olup olmadığına karar vermemeliyiz. Öyle davranılacağına, karşı çıktığımız yaklaşımın ortak sol tarih içerisinde yeri ve bu tarihe katkıları olduğunu kabul etmeli, ama ispatlandıysa şimdi yanlış olduğunu veya sonucunda sol pozisyonlarla bağlantılı hale gelemediğini bilince çıkartmalıyız. Karşı tarafın sübjektif kanaatine, doğru bulmasak ta, saygı göstermeliyiz.
4. Uzlaşılar ara ve kabul et
Farklı pozisyonların olduğu yerlerde ortaklaşa hareket ve eyleme geçebilmek için uzlaşıya varmak bir zorunluluktur. Uzlaşı, basitce ortada buluşmak değildir. Aksine, aktif olarak bulunmalıdır. Bazen somut sorular ve sembolik etkiler ayrıştırılmalı, bazen de kararlar başka kararlarla kompanse edilmelidir. Uzalşı, aktif bir katkıdır. Uzlaşıyı küçümsememeli, aksine ortaklaşa gideceğimiz yolda bir yol işareti olarak algılamalıyız. Genellikle uzlaşılar sonucunda, her tarafı değiştiren ve solu zenginleştiren reel ilerlemelerin sağlandığı görülmektedir.
5. Farklılıklara tahammül et
Bir çok soru üzerine defalarca tartışmış ve bir sonuca ulaşamamışızdır. Sol ihtilaflarda karşı karşıya gelen taraflar acemi insanlar değildir. Bu nedenle birbiri ile anlaşamayan kanaatlerin, yan yana var olmalarını kabullenmek durumundayız. Çünkü aksi takdirde, farklılıkların olmadığı yerde solun üretim gücü olan ihtilaf bir işimize yaramaz.
6. Ortak hedefler bul
Tüm karşıt hedeflerin arasında bazı ortak hedefler bulmak son derece yararlıdır. Ortak hedefler bulunduğunda, bunlara nasıl ulaşılacağı üzerine tartışılabilir. Bu hedefleri ne denli somut tanımlayabilirsek, ortak stratejileri o denli daha kolay geliştirebiliriz. Böylesi hedefler, aynı ilk atılan bir kaç adım gibi, yol ayırımına kadar kat edilecek mesafe anlamına gelirler. Ve genellikle yol ayrımına gelindiğinde, nereye gidilebileceği daha açık olarak görülebilmektedir.
7. Kararlar çerçevesinde düşün
Her ihtilaf, bir karar çerçevesinde gelişir. Kararlar, orta vadeli yol işaretlerini koyarlar. Ne herkesin aynı görüşte olduğu, ne den seçilen yönün ebediyen belirlendiği anlamına gelirler. Kararlar, hareket ve eyleme geçme yetisinde kalınması ve standartlaştırılması gerekenin standartlaştırılması için gereklidirler. Kararlar, alınan kararı doğru bulmayanlar tarafından da kabul edildiklerinde, iyi kararlardır.
8. Birlikte meyhaneye gidin
Sol politika yaptığımız herkesi sevmek zorunda değiliz. Ama politikayı insanların yaptığını bilmeliyiz. Bu yüzden solcular arasında makul bir sosyal yaşam çok önemlidir. Birbirimize (»pozisyon sahibi« olarak değil) insan olarak yaklaşabilirsek, birbirimizi daha rahat anlayabilir, reaksiyonlarımızı daha iyi tartabilir ve birbirimize tahammül etmeyi daha kolay başarabiliriz. Kişisel olan her şey politiktir ve politika her zaman kişiseldir.
Her zaman hep birlikte olunmasına gerek olmasa da: bir çok sorun, belirli insanlar bütün karşıtlıklarına rağmen, bir yerlere oturup beraberce bira ya da kahve içip veyahutta bir yerlerde gezinti yapıp sohbet etmeselerdi, hiç çözülemezdi. İhtilafın da sınırı olduğu, sol tartışma kültürünün kuralıdır.
Bu kurallara uymak tüm sorunları çözmez, ama çözüme yönelik ortak çalışmayı daha kolaylaştırabilir. Zapatistler bunun kıstasını bulmuşlar: soru sorarak ilerliyoruz. Şöyle de söylenebilir: tek başına sol olunmaz, başkaları da gereklidir.