Federal Parlamento’daki Die Linke. Meclis grubunun eşbaşkanlarından Gregor Gysi’nin »Çağdaş Sosyalizm« başlıklı bir tebliği Neues Deutschland gazetesinde yayımlandıktan sonra, hayli tartışıldı. Özellikle Klaus Blessing ve Matthias Werner, Gysi’nin tebliğine yanıt olarak kaleme aldıkları bir yazıda, Gysi’nin »burjuva çağını, kötü sonuçlarından arındırıp devam ettirme ve kökleştirmek istediği« eleştirisini yaptılar. Bazı kesimler Linkspartei. PDS ile WASG yönetimlerinin kabul ettikleri »Almanya’da yeni sol parti yolunda programatik köşetaşları« başlıklı belgenin de benzer amaçlar güttüğünü ileri sürmekteler.
Rosa Lüksemburg Vakfı’nın yönetiminde olan Dieter Klein ve Michael Brie ise bu yaklaşımlarda (1) Kapitalizm nedir?, (2) Sosyalizm nedir?, (3) Sosyalist mülkiyet düzeninin temel konturları nelerdir?, (4) Bugün neler yapabiliriz? (5) Hangi yollar sosyalizme ulaştırır? başlıklı temel sorulara yönelik çelişkili görüşlerin olduğunu ve tanımların açıklaması yapılmadan tartışmanın açıklığa kavuşmayacağını söyleyerek, aşağıdaki yazıyı kaleme aldılar.
1. Kapitalizm nedir?
İlk önce söz konusu olan Batılı toplumların anlaşılması ve etki gücü olan sol eleştiridir. Bu toplumların ekonomik temel yapısı kapitalisttir. [Bu temel yapı] toplum bütünü ve yaşam tarzımızı etkilemektedir. Sol, bu konuda hem fikir. Kapitalizmi esasen piyasalar ve girişimcilerin kâr çıkarları oluşturmamaktadır. Bir toplum, içerisinde sermaye oluşumu dominant durumdaysa, yani iktisat ve toplumun ölçüsü kâr ise, kapitalizm olarak nitelendirilir. İnsanlar »hesaplarını« bu ölçüye göre yapmak zorunda bırakılırlar. Böyle yapmadıkları takdirde toplum dışına ofsayta, yoksulluk içerisinde yaşayan veya akut olarak yoksulluk tehditi altındaki orta katmanlarınderinliklerine kadar uzanan - »geride bırakılmış güvencesizlerin« [Prekariat] içine itilirler.
Küreselleşen malî piyasalar kapitalizmi günümüz toplumlarının daha da kapitalistleşmesine neden olmuştur. Neoliberal politika, »hesaplanabilirliğin kapitalist ruhunun« (Max Weber) egemenliği altına sokulamamış olan her şeyi: eğitim ve sağlık, doğa koşulları, bitkilerin, hayvan ve insanların genleri, haber ve bilgiyi ve insanlar arası ilişkileri dahi meta haline çevirmeye çalışmaktadır. Ve öncelikle: malî piyasalarda belirleyici olan salt kâr değil, kısa vadeli, genelde spekülatif finans ticaretinden ve hisse senedi kurlarının artışından elde edilen kârdır. Artık alışılagelmiş uzun vadeli girişimci düşüncesi değil, her şeyden önce malî yatırımcıların kısa vadeli kârı geçerlidir. Perspektifsiz ve sorumsuz hızlanma iktidardadır.
Bunların sonucu ise doğal çevrenin yok edilmesi, borsaya giriş öncesinde işten çıkarmalarla elde edilen rasyonelleşme, sosyal güvenlik sistemlerinde gider azalması ve »istimlak ekonomisi« olmaktadır. Devletler arası hukuka aykırı savaşlar dahil, emperyal politikalar, Batı dünyası dışındaki kültürlere riayet etmeme, hiyerarşik egemenlik ilişkileri ve demokrasinin içinin oyulması, günümüzün neoliberal etkili kapitalizminin diğer vasıflarıdır.
Kapitalizm buna rağmen Janus kafalıdır [iki yüzlü Janus]. Burjuva toplumları, tüm insanlık için şimdiye kadar olmadığı bir biçimde insan onuruna uygun bir yaşama kavuşmasını sağlayacak reel olanakları sunacak şekilde üretici güçlerin yüksek teknolojik seviyeye ulaşmasını sağlamıştır. Eğitim seviyesi ve teknolojik randıman yetisi, üretken iş bölümü ve kişilik gelişimi şimdiye kadar olmadığı biçimde ilerlemiştir. Çoğulcu demokrasi ve hukuk devleti, verili egemenlik ilişkilerinin boyunduruğu altında olmalarına rağmen, hâlen önemli gelişme fırsatları taşımaktadırlar.
Kapitalist bilgi toplumu, ücrete bağımlı çalışanların büyük bir bölümünden kendi kendine sorumluluk, karar verme, iletişim ve kooperasyon yetisi, kısaca öznellik gelişmesi talep etmektedir. Devlet, egemenlerin güç aracıdır; ama aynı zamanda değişen somut güç oranlarının ve bir müzakere süreçleri arenasının (Nicos Poulantzas) bir ifadesidir. Bunlar, egemen güç ilişkilerinden çıkmış fırsatlardır ancak bu fırsatların kullanımı için iktidar elitlerine karşı mücadele vermek zorunludur.
İşçi hareketi ile diğer kurtuluşçu güçlerin tüm kazanımlarına yönelen neoliberal karşı saldırı sonucunda kapitalizm,
birincisi, malî piyasaların dizginsizleşmesi ve iktisat üzerine hakim olmaları,
ikincisi, sermaye gücünün çalışanlar, yerel yönetimler, bölgeler ve bir çok ülke karşısında daha da artması,
üçüncüsü, kısa vadeli rant çıkarlarının, doğanın korunması, eğitim ve kültür üzerinde karşı konulamaz güce erişmesi,
dördüncüsü, şimdiye kadar kapitalist iktisat içerisine alınmamış alanların, sermaye birikimine yarayan nesneler haline getirilmeleri ve
beşincisi, yeni militaristleşme, otoriter tandanslar, liberal özgürlük haklarına dahi riayet edilmemesi ve yeni emperyalist tandanslar
anlamında daha da kapitalistleşmektedir.
Böylelikle bu kapitalizm aynı zamanda daha az sosyal, daha az demokratik, daha az barışçıl olmaktadır. Kapitalizm, yeniden açık barbarlığın çizgilerini taşımaktadır.
Eğer kapitalizm daha kapitalistleşebiliyorsa, daha önce elde edilmiş kazanımları, sosyal, demokratik, hukuk devleti özelliklerini kaybedebiliyorsa, o zaman kapitalist toplumları hiç bir karşıt tandansı olmayan bütünsel bir yapı olarak tasavvur etmek tamamen yanlış olur. [Kapitalist toplumlarda], içerisinde egemen mülkiyet ilişkilerinin sonucunda kapitalist tandansların, kurtuluşçu tandanslara nazaran öncelikli olarak gerçekleşebildikleri bir güçler paralelogramı (Friedrich Engels) etkili olmaktadır.
Ancak bu etkinin kapitalizme karşı dönüp dönmeyeceği, bu değişimin ne denli mülkiyet ve iktidar ilişkilerini, kapitalist tandanslar ile karşıt tandanslar arasındaki balans değişimini ne denli belirleyeceği, güç oranlarına, sosyal ve politik mücadelelere bağlıdır. Tarihte böylesi kısmî başarılar elde edilmiştir şimdi neoliberalizm tarafından yok edilen veya yok edilmeye çalışılanlar gibi. Kurtuluşçu sosyal hareketlerin kazanımları, kapitalizmin toplumdaki egemenliğini sınırlamaya yönelik tandanslar olarak, kapitalizmin ötesine işaret etmektedirler.
Kanaatimize göre, günümüz toplumları anlayışının diyalektiği, bu toplumları bir tarafta kapitalist, yani iktisat ve toplum üzerinde sermaye oluşumu ve kârın egemen olduğu toplumlar olarak algılamayı, ama diğer taraftan da bu toplumların, demokrasi, toplumsal adalet, barış, sürdürülebilirlik ve kurtuluş için verilen mücadelelerle karşıt tandanslar oluşturduğundan sadece kapitalist olmadıkları algılamasını içermektedir. Sol, burjuva toplumlarının gelişme potansiyellerini, kendi alternatifleri için çıkış noktaları olarak kullanmalıdır.
2. Sosyalizm nedir?
Politik solun yenilenme sürecinde, solun ulaşmak istediği demokratik sosyalizm hakkında karşıt anlayışlar ortaya çıkmaktadır. 19. Yüzyıl’da da sosyalizmi veya komünizmi, o dönemdeki toplumun tüm kurumlarının, piyasa ve parasının, devlet ve hukukunun yadsınması [Negation] olarak düşünen tandanslar vardı. Mutlak yadsınma, tutarlı sosyalistlik olarak görülmekteydi. Böylelikle 20. Yüzyıl’da devlet sosyalizmi çerçevesinde demokrasinin, hukuk devletinin, yenilenme yetisinin ve etkinliğin güvence altına alınmasının getirdiği kazanımlar yok edilerek, bu sosyalizmin sistemler rekabetinde mağlup olmasına yol açıldı.
Tarafımızdan savunulan anlayışa göre, sosyalist politikanın kendine ait, kâr egemenliğine karşı yönlenmiş bir iç ölçüsü vardır bu da, herkese özgür, kendi kaderini tayin hakkını içeren ve dayanışmacı bir yaşamı olanaklı kılan etkin üretim ve emtiaların adil dağılımıdır. Demokratik sosyalizm hakkında olan bu anlayış, herkese özgürlük ve sosyal güvence tarafından belirlenen bir yaşamı olanaklı kılan toplumsal eşit katılımı sağlayacak bir toplum örneğini takip etmektedir: iş arayan herkese varlığını güvence altına alabilecek iş, toplumsal kökeninden bağımsız yüksek kaliteli öğrenime, sağlık sistemi hizmetlerine ve sosyal güvence sistemlerine eşit ulaşım! Bu anlayışa göre oluşmakta olan yeni sol partinin kendini programatik tanımlaması, iki merkez nokta etrafında dönen bir elips resmine benzemektedir: [bu merkez noktaların] birisi, demokratik sosyalizmin her bireyin dayanışma içerisindeki sosyal eşitliği ile kişisel özgürlüğü anlamına geldiği özgürlükçü temel düşünce, diğeri de çalışma dünyasının ve sosyal devletin yenilenmesidir.
Bu anlayıştan hareket edilirse, sosyalizm, içerisinde üretimin, hizmetlerin ve bunların dağılımının, bireylerin hem kendi refahları, hem de devletin dayanışmacı üretici güç gelişimi için kullanabilecekleri, kişilik gelişimine olanak sağlayan en iyi koşulları yaratma hedefinin egemenliği altında olduğu bir toplum demektir. Aynı Marks ve Engels’in ifade ettikleri gibi: »İçinde her bireyin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir camia«. »Programatik Köşetaşlarında« bunun için, Marks’a dayanarak, »içerisinde insanın aşağılanan, esirleştirilen, terk edilen, hor görülen bir varlık olduğu« bütün patriarkal, etnik ve başka türlü kurulu olanlar dahil mülkiyet ve iktidar ilişkilerinin aşılması, bir zorunluluk olarak nitelendirilmektedir.
Toplumsal gelişmenin yönünü belirleyen, mülkiyet ve iktidar ilişkileridir. Piyasalar, hukuk, devlet kurumları tarafsız araçlar değildir. Bunlar egemen mülkiyet ve iktidar ilişkilerine uygun olarak şekillendirilebilir ve değiştirilebilirler. İşte tam da bu, neoliberalizmin politikasıdır. [Neoliberalizm] sermayenin egemen olduğu, hızlı kâra yönelmiş olan piyasaları bütün yaşam alanlarına yaymakta, aşırı yoğun varlıklardan gelen kâr beklentisini yükseltmekte ve bilimi, genetik potansiyeli kullanma hakkını özelleştirmektedir yani her şey sermaye oluşumuna hizmet etmektedir.
Günümüz malî piyasalar kapitalizminin, yoksulluk ve savaştan, sosyal güvensizlik ve eğitim sisteminin geri kalmışlığına kadar olan en kötü sonuçlarını durdurmak dahi, tasarruf ve iktidar ilişkilerinin derinlemesine değişimini gerekli kılmaktadır. Bunun için de sermayenin egemenliğinin dayandığı mülkiyet yapılanmalarının zayıflatılması ve geri püskürtülmesi zorunludur. İşletmelerde çalıştırılanların ve diğer demokratik güçlerin, herkes için daha fazla sosyal güvence ve iyi eğitim, doğanın korunması ve barış çıkarları açısından, mülkiyet üzerinde daha fazla tasarruf haklarına sahip olmaları acilen gereklidir.
Bugün, eski toplumun kucağında yeni toplumun tohumlarını yeşerten, 19. ve 20. Yüzyıl’ın sosyal hareketlerinin mücadeleleridir. Sosyalist toplum da, aynı kapitalizm gibi, eski toplumun içinden doğum sancılarıyla çıkacaktır. Sosyal devlete karşı verilen mücadele, aynı zamanda sosyalizme karşı verilen bir mücadeledir. Ama sol, yeninin tohumlarını güçlendirmek, genelleştirmek, egemen üretim ve yaşam tarzı haline getirmek için savaşım vermektedir. Bu da uzun bir süre içerisinde tasavvur edilebilir. İşte bu nedenle demokratik sosyalizmin kendisi dönüşümcü bir süreç olarak algılanmalıdır.
Sosyalist toplum sadece eski mücadelelerin kurtuluşçu kazanımlarının genelleştirilmesi ve onların gelecekteki görevlerle bağlantılı hale getirilmesiyle olanaklı olur. Geçmişin sosyal kurtuluş hareketlerinin ortaya çıkardığı ve sosyal, politik ve kültürel insan hakları birliğinin gerçekleştirilmesi için verilen uğraş, sol politikaların ölçüsüdür. Üretici kaynaklar üzerindeki tasarruf hakkının esaslı değişimi de gerekli olan sonuçtur.
3. Alternatif mülkiyet düzeninin özellikleri nelerdir?
Yeni temel esaslar programından iktidar ve mülkiyet sorularını atan günümüz SPD’sine nazaran demokratik-sosyalist sol, her zaman reform süreçlerini mülkiyet ve egemenlik ilişkilerinin değişimi ve düzenleme tarzının buna uyumlandırılması mücadelesi ile bağlantılı hale getirmelidir. Tarihte alternatif mülkiyet düzeni sorusu, hep tartışmalı olmuştur yani kapsamlı bir devlet iktisatı mı, özyönetimli kooperatifler mi yoksa özle mülkiyet üzerindeki kamusal kontrol mu doğrudur? Ve bu biçimlerin sosyalist hedeflere bağlantılı olarak, avantajları ve zayıflıkları nelerdir?
Eğer Gregor Gysi sorunun »mülkiyet sorunu olmadığını, aksine toplumsal kontrol olduğunu« söylüyorsa, bu yanlış anlaşılmaya yol açabilir, çünkü kendisinin de dediği gibi, sol reform politikalarının her alanından sorun »iktidar ve mülkiyetin içeriğidir«. Ve bu durumda, ki Gysi hukukçu olduğundan bunu bilir, zilyetlik [Besitz] ve mülkiyet [Eigentum] biçimleri tamamen ilgisiz değillerdir. İçerik ve biçime göre sorun, kimin, ne şekilde toplumsal kaynaklar üzerinde tasarruf hakkına sahip olduğu ve kimin olmadığıdır. Neoliberalizm ne denli tutarlı bir biçimde mülkiyet sorununu koyuyorsa, sol da o denli tutarlı bir biçimde mülkiyet sorusunu koymalıdır ama yeni bir tarzda.
»Programatik Köşetaşları« bütün yaşam alanlarının kapsamlı bir şekilde demokratikleştirilmesini hedeflemektedir. PDS’in Chemnitz Programı’nda da bu, sol mülkiyet konseptinin çıkış noktasıydı. Köşetaşlarında formel mülkiyet ile tasrruf arasında ayırım yapılmaktadır: »İktisatın demokratikleştirilmesi, mülkiyetin bütün biçimleri üzerindeki tasrruf hakkının sosyal kıstasların boyunduruğu altına sokulmasını gerekli kılmaktadır. Biz, bunun somutta nasıl gerçekleştirileceği üzerine geniş bir tartışma sürdürmek istiyoruz. Bu bağlamda, kamusal mülkiyetin nasıl demokratik politikanın ve var olma güvencesinin temeli olarak geliştirilebileceğini ve hem sosyal, hem de etkin bir biçimde nasıl şekillendirilip, kullanılabileceğini açıklığa kavuşturmak istiyoruz.«
Parlamento dışı ve parlamenter mücadele, geliştirilmiş kararlara katılım hakkı, aşağıdan devlete karşı uygulanan baskı, partiler sistemi ve toplum içerisinde sola kayma ile olanaklı hale gelen devlet aparatları içerisindeki müzakere süreçleri, büyük sosyal ve politik mücadelelerin sonuçları olarak, sermaye mülkiyeti üzerindeki tasarruf hakkını, sermayeye özgü kâr maksimizasyonundan uzaklaştıracak şekilde değiştirebilirler. Bunun ötesinde kamusal mülkiyetin yaygınlaştırılması ve özel mülkiyetin açık biçimde fiyaskoya yol açan alanlarının sosyal ve kurtuluşçu ölçülere göre kamusal kontrol altına alınmaları, vazgeçilmezdir. Kamusal altyapı ve var olma güvencesi de bunun içerisindedir.
Adil vergi politikası, daha yüksek ücretler ve çalıştırılmanın insanîleştirilmesi için verilen sendikal savaşımlar, katılımcı demokrasi örneğin katılımcı bütçe politikası -, sürdürülebilir çevre koruma yasaları, güçlü sosyal hakların gerçekleştirilmesşi, sosyal ve altyapı politikaları, sermaye sahiplerinin tek başlarına sahip oldukları tasarruf hakkının yol açtığından farklı bir gelişmeyi olanaklı kılabilirler. Böylesi bir seyir halinde mülkiyetin karakterinin kendisinde, sermaye sahiplerinin çıkarına değil de, işletmelerde çalıştırılanların, tüketicilerin, bölgelerin ve gelecek kuşakların lehine işlemesi durumunda, bir değişim gerçekleşir. Meşru çıkarların çoğulculuğunun adil bir dengelenmeye getirilmesi gereklidir. Bir genel mülkiyet sahibi, bütün haklı çıkarları aynı anda temsil edemez. Hedef, belirli koşullar altında gerekli olsa da, devletleştirme [Verstaatlichung] değil, toplumsallaştırmadır [Vergesellschaftung]. Toplumsal adalet ve etkinliğin, yenilenme ve sürdürülebilirliğin, bölgesel gelişme ve dayanışmanın, kendi kaderini tayin etme ve toplumsal gelişmenin aynı anda gerçekleştirilebilmeleri için kaynaklar üzerindeki tasarruf hakkının demokratik güçlerin çoğulculuğu tarafından kullanılmasıdır hedef.
Sermaye zenginliği yerine insanî zenginliğin, egemen kapitalist mülkiyet düzeninin yerine sosyal açıdan egemen bir mülkiyet düzeninin geçmesi için en iyi koşulların ne olduğu ve mülkiyet ilişkilerinin somut olarak nasıl şekillendirileceği, sadece radikal bir demokratikleşme süreci içerisinde belirlenebilir. Demokrasi olmadan, sosyalizm olanaklı değildir. Ve bu süreç içerisinde de, piyasaların hangi amaçlar için değiş tokuşun diğer biçimlerinden daha iyi oldukları, emtiaların kamu tarafından nerelerde sunulmasının belirleyici olacağı, sosyalist bir etkide bulunabilmeleri için nasıl olmaları gerektiği ve devlet ile hukukun bu konularda hangi somut şekli almaları gerektiği görülecektir.
Küresel sorunların bu durumunda, sermaye oluşumunun iktisat ve toplum üzerindeki egemenliğini aşmak, yaşamsal önem taşımaktadır. Bu egemenliği aşılması durumunda, başka mülkiyet ilişkileri dominant olacaktır. Ve işte o zaman sosyalizmin, toplumsal adaleti, sürdürülebilirliği, barışı, kişisel kendi kaderini tayin hakkını ve dayanışmayı hedefleyen, olanaklı olduğunca kapsamlı ve etkin üretimi, özgürlük emtialarının adil dağılımını olanaklı kılan ve bu hedefe yarayan bütün araçları kullanan bir mülkiyet düzeninin egemenliğinden başka bir şey olmadığı ispatlanmış olmaz mı?
4. Sol bugün ne yapabilir? Evrim mi, kırılma mı?
Tartışmadaki karşı olumlar, bir tarafın »sadece« esaslı reform olanaklarını görmesi, diğer tarafın da »sadece« en kötünün geri püskürtülmesinin yanısıra, kapitalizmin ötesindeki bir toplumun en azından fikren ve politik olarak »hazırlanmasını« olanaklı görmesine dayanmaktadır. Asıl karşı karşıya olunan zorluk ise, günümüzün meydan okumalarının karışıklığına karşı tavır almak ve bunları ona veya buna indirgememekte yatmaktadır. Kanımızca çağımız, ağırlıkları duruma göre çok çabuk değişebilen üç ihtilafın hakimiyeti altındadır:
Birincisi, Avrupa Birliği ve Almanya içerisinde merkezî iç ihtilaf, piyasa radikali yönü gerçekleştirmek isteyen güçlerle, İskandinav ülkelerini veya Hollanda’yı örnek alarak günümüz malî piyasalar kapitalizmini sosyal ve demokratik bir biçimde şekillendirmek isteyen güçler arasında vuku bulmaktadır. Bu ihtilaf 2005 Federal Parlamento seçimlerini belirlemiştir ve önümüzdeki yıllarda daha da önem kazanacaktır.
İkincisi, malî piyasalar kapitalizmini sosyal ve demokratik bir biçimde şekillendirmek isteyenlerle, kapitalizm çerçevesinde sosyal ve politik iyileştirmelerin desteklenmesi gerektiğini, ama, haklı nedenlerle, kapsamlı ve sürekli adalet ve demokrasinin, kâr belirleyiciliğinin önemli ölçüde geri püskürtülmesi ve sonucunda da kapitalizmin aşılması olmaksızın gerçekleştirilemeyeceğini savunanlar arasıdaki ihtilaftır.
Üçüncüsü, küresel düzeyde, aynı Avrupa Birliği ve Almanya içerisinde olduğu gibi, toplumun medeniyetsizleştirilmesine ve açık barbarlığa yönelik tandanslar vardır. Bu tandanslar, ABD öncülüğü altındaki saldırı savaşlarından, terörizme ve ta insanlar arası ilişkilerin vahşileştirilmesine kadar gitmektedir. Bu tandansın yol açtığı ihtilaf, belirli koşullar altında diğer ihtilafları bastırabilir ve bu ihtilafa karşı verilen savaşım da olabildiğince geniş ittifakları gerekli ve olanaklı kılabilir.
Sol, savaşım vereceği ihtilafları seçebilecek kudrette bir özne değil. Sol, hiç bir ihtilaftan kaçamaz ve hem ittifaklara girmeyi başarmak, hem de ittifak yetisine sahip olmak zorundadır. Alman solunun 1914’deki başarısızlığı, reform politikalarının, otoritarizme ve savaşa karşı verilen mücadeleyi tamamen geri plana itmesinin nelere yol açtığını göstermektedir. Diğer tarafta ise 1933 başarısızlığı da, sekterliğin ve ittifak kurma beceriksizliğinin hangi sonuçlara yol açabileceğini kanıtlamıştır. Bu nedenle Köşetaşlarında açıkça şu ifade edilmiştir: »Yön değişiminin önkoşulu olarak güç dengelerinin değiştirilmesi için uğraş vermek, solun stratejik merkezî görevidir.«
Tarihte hiç kimse hangi evrimden bir kırılma veya kırılmalar zinciri çıkabileceğini, niceliksel değişimlerin nasıl niteliksel devinimlere dönüşebileceğini öngöremedi. Reformlar devrimlere yol açtı, devrimler reformları olanaklı kıldı. En sert kırılmalar olarak nitelendirilebilecek süreçler genellikle uzlaşmalar sonucunda başladı ve barışçıl bir biçimde devam ettiler. Ama tarihte bunun tersi de oldu.
Sol, ne hangi ihtilafların dominant durumda olacağına karar verebilir, ne de istediği gibi kimlerle kooperasyona girmek zorunda olduğuna. Genellikle gündemi de belirleyemez, en fazla reel mücadelelere katılır. Burada iki şey yapabilir: Birincisi, kendi eylemi için kendi kriterlerini koyabilir her türlü totaliter egemenliğe ve barbarlığa, piyasa radikalizmine, otoratizme ve militaristleşmeye karşı, kârın dominantlığının ve sermaye oluşumu egemenliğinin geri püskürtülmesi, kamusal var olma güvencesinin genişletilmesi ve toplumun sosyal, ekolojik ve sivil yeniden yapılanmasının kamusal demokratik yönlendirilmesi için mücadele. Kanımızca bunlar sosyalist politikanın gündelik görev olarak algılanmasının kriterleridir. İkincisi, sol anılan üç ihtilafın diyalektiğini, üçü ile bağlantılı olan mücadeleler arasındaki gerilimi olanaklı olduğunca hakim bir biçimde ele alma yetisini kazanmalıdır. Sol, bu ikili görevi yerine getirebilirse, kendisi için olanaklı olanı yapmış olur ne fazlasını, ne de azını.
Köşetaşları sadece geniş bir reform programı içermekle kalmamaktadır. Orada günümüzdeki ortak stratejik görevler ve bu görevlerin gerçekleştirilmesi için kriterler ifade edilmiştir. Bunlar, neoliberalizmin ideolojisiyle mücadeleyi ve kendi alternatiflerini sunmayı kapsamaktadır. Avrupa düzeyinde ve ötesinde geniş ittifaklar ve stratejik kooperasyon, parlamento dışı ve parlamenter çalışma arasındaki organik bağlantı, protesto ve direnişin, şekillendirici politika, hükümetlere katılım ve antikapitalist etkide bulunmanın birliği bunlar arasındadır.
Sol, tarihinde sık sık kendi olanaklarının gerisinde kalmıştır. Çünkü bölünmelerden dolayı, içiçe olması gerekeni toplumumuzda kapitalist olanın geri püskürtülmesi ve aşılması hedefinin, en önemli güncel sorunların çözülmesi mücadelesi içerisinde sürekli yer aldığı sosyalist reel politikanın gündelik görev olarak algılanması birbirlerinden ayırmıştır. Dönüşüm [Transformation], niceliksel değişimler ve niteliksel kırılmaların birliği, uzun vadeli ve günümüz için açık hedefler taşıyan toplumsal değişimdir.
5. Hangi yollar kapitalizmin ötesine götürür?
Acil sosyal sorunların hafifletilmesine yönelik somut reformlar için verilen günümüz mücadelelerinin içinden bizleri sosyalist bir düzene yakınlaştıracak değişimlerin çıkabileceği tahayyülü, bazı solcuların arasında hiddetli karşı çıkışlara neden oluyor: »Dönüşümcü süreç mi? Büyük bir illüzyon!!! Bu yaklaşım şimdiki üretim ilişkilerinin aşılmasını reddetme anlamına gelir ve marksizmden radikal sapmadır!« Sol partinin program tartışmalarında dile getirilen tipik itiraz bu. Bunun ardında başka bir düşünce farklılığı yatmaktadır.
Batı dünyasının günümüzdeki durumunda skandal olan, dünyadaki bütün insanların insan onuruna uygun bir yaşam kavuşması için gerekli olan potansiyelleri yaratmasına rağmen, bu potansiyelleri, toplumun »gerçek serveti« (Marks) olan, tüm yaratıcı yetenekleriyle insanın engelsiz gelişimi için kullanmaktan uzak olmasıdır. Daha ziyade bu servet milyonlarca kez yok edilmektedir. İşte özellikle bu nedenle, çoğunlukla işçi hareketinin ve diğer sosyal hareketlerin mücadeleleri sonucunda kapitalizmden koparılan gelişme potansiyellerini korumak, genişletmek ve sonucunda da kârın dominantlığını aşmak, sol için önemli bir görevdir.
Ancak bunu yerine getirebilmek için, görmezlikten gelinmesi yerine, önce bu potansiyellerin ve bunlara bağlı olan hareket alanlarının farkına varılmalı ve bunları, oportünistçe hor görmek yerine, kullanmayı hedefleyen bir sol politika uygulanmalıdır. »Programatik Köşetaşlarına« yöneltilen eleştirilerde ise bu hemen hemen hiç yapılmamaktadır: »Bu toplum biçim (kapitalizm) aşılmadan, hiç bir şey yapılamaz!«, »Toplumu içinden reformize etmek, saf oportünizmdir« gibi. Peki, o zaman değişim nereden gelecektir, eğer yaşadıkları koşullarda yurttaşlardan gelmezse?
Klaus Blessing ve Matthias Werner, Gregor Gysi’ye yönelik eleştirilerinde, günümüz kapitalizminin »feci momentlerine« karşı verilen mücadele ile »kapitalist sistemin değiştirilmesi« arasında ayırıcı bir karşı olum kuruyorlar: »Yanlış anlaşılmamamız için: Tabii ki neoliberal politikanın en kötü sonuçlarının hafifletilmesine yarayan her şey desteklenmelidir. Ancal solun görevi, sistemin belirtilerini hafifletmek için güçlenmekle sınırlı kalmamalı, aksine sistemi sistem olarak değiştirmeyi istemelidir.«
Güncel görevlerle, kapitalizm ötesindeki bir düzeni aramayı, »reform« ile »devrimi« birbirinden ayırmak, artık sadece görsel bir devrimciliktir. Bu yaklaşım kendisini radikal antikapitalist olarak göstermekte, ama içeriği boş retorikten başka bir şey sunamamaktadır. Aynı zamanda, bugün ve buradan ve somut çıkarlardan hareket ederek toplumu değiştirmek isteyenlerle, değişim için mülkiyet ve iktisat düzeninin kapsamlı bir biçimde yeniden yapılanmasının gerekli olduğunu bilenleri bölmektedir. İnsanları kapitalizmi aşmak için mücadeleye, ancak ivedi sorunların çözümü için gerekli olan reformların aynı zamanda tasarruf haklarına ve mülkiyet düzenine müdahalelere gereksinim duyduklarını gösterdiğinizde kazanabilirsiniz. İkisi de birbirinden ayrılmayacak biçimde birbirlerine bağlantılıdır, biri olmadan diğerini alamazsınız. Sosyalist gelişmenin somut biçimi, kârın dominantlığının somut olarak zayıflatılmasından ve sonucunda aşılmasından çıkacaktır.
Edebiyat bilimcisi Hans Mayer şunları yazmış: »Düşüncelerin birbirine karşı çıkışı, salt tartışmalar, tüm bunlar bizleri, asıl çelişkilerin insanın var oluşunda bulunduğunu kavramamıza engel olmamalıdır« ve Karl Kraus’un bir hicvine dikkat çekmişti:
Çelişkileri arayanlara
Sözlerim, altında maalesef parçalanan
belirtiler dünyasınadır
Hâlâ mesele düşüncelerdir diyorsunuz,
oysa ki çelişki dünyadadır.
Eğer sosyalizm, mülkiyet üzerindeki tasarrufun kapsamlı bir demokratikleştirilmesi ve sosyalleştirilmesi olarak algılanıyorsa, başka bir toplum ve iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin yeniden yapılanması için çoğunluk oluşturmaksa, o zaman bütün bunlar bir öğrenme süreci içerisinde, kısmî iyileştirmelere yol açan reform projelerinde, daha ileriye giden değişime yönelik giriş projelerinde ve kapitalizmin sınırlarının ötesine giden reform açılımlarında, mülkiyet düzeninin yeniden yapılanmasının somut adımlarında olanaklı olabilir. Bu da uzun bir süre evrimsel olarak gerçekleşebilir ve kriz dönemlerinde de kırılmalarla.
Bu noktada Köşetaşları çok açık bir ifadede bulunmakta: »Biz, içerisinde tek tek her bireyin onurunun dokunulmaz olduğu, toplumsal adaletin, özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkının, demokrasi ve barışın bütünleştiği, insanların doğa ile uyum içerisinde yaşadıkları bir dünya yaratmak istiyoruz. Bunun için de geniş bir reform ittifakının oluşması yönünde etkide bulunuyoruz. Kapitalizmin, tarihin son sözü olmaması için birlikte mücadele ediyoruz.«
Anlayışımıza göre demokratik sosyalizm, kapitalizmin ortasında başlayan, muhtemelen bir çok küçük ve büyük kırılmaları içeren ve solun beklentisine göre sosyalist topluma ulaşacak hiddetli sosyal mücadelelerin, uzlaşıların ve hep yeni hamlelerin dönüşümcü bir sürecidir. Ve günümüz toplumundaki kapitalist tandansların aşılması gerçekleşmeden, ne sürekli bir barış, ne sürdürülebilir bir gelişme, ne de sosyal güvence olanaklı olamayacağından, bugün için de şu geçerlidir: Ya sosyalizme doğru dönüşümün somut, reel ve sürekli ilerlemeleri, ya da her defasında yeniden ve daha kötü bir biçimde barbarlığa geri dönüş!